|
İlk örgütlü insan topluluklarının ortaya çıkması ile beraber, bu örgütlülüğün beraberinde getirdiği sorun insanlık tarihini belki de en çok etkileyen yönetim sorunu oldu. Birlikte yaşamaktan doğan sorunları çözmek için birlikte hareket etmek şarttır. Birlikte hareketin söz konusu olduğu durumlarda da, neyin nasıl yapılacağının kararlaştırılması gerekmektedir. İşte bu neyin nasıl yapılacağı sorusuna cevap verecek olan yapıya kısaca yönetim denilebilir. Sonucu toplumun tamamı ya da, sırf toplumun üyesi oldukları için,bir kısmını etkileyecek olan kararların alındığı düzeneği denetleyen kuruma da iktidar denilebilir. İktidarın, aldığı kararları yürütmek için kullandığı her türlü kurum, hep birlikte devleti meydana getirir. Yani devlet karar almaz. Devlet kararların uygulanması için kullanılan aygıttır. İktidarın aldığı kararların meşru sayılabilmesi için, kararlara nesne durumunda olan yönetilenlerin, bu karar alma yetkisinin varlığını kabul etmeleri gerekir. Bunun için iktidarlar kendilerini herkese kabul gören tanrı, millet, sınıf gibi kavramlarla tem ellendirirler. Demokrasi ise bu kaynağın halk olduğunun savunulmaya başlanması ile doğmuştur. Burada esas olan nokta, insanın kendini etkileyecek kararlarda söz sahibi olabilmesidir. Demokrasi, bu kelimeyi M.Ö.5. yy.. ilk kullanılan Herodotos’tan beri üç temele dayandırılır özgürlük,eşitlik ve yönetim yetkilerinin sınırlandırılması Herodotos’tan günümüze kadar demokrasi kuramları, özgürlük, eşitlik ve sınırlı yönetimle verimli yönetimi aynı anda gerçekleştirebilecek bir sistem bulmak için çalıştılar. Eski Yunanistan’ın demokrasi kuramına olan katkısı, yasaya saygı kavramını geliştirmesi ve tiranlığa karşı olmasıdır. Eski Yunanistan’da ortaya atılan yönetim modelleri eşitsizliğe dayanmaktadır. Halkı vatandaş ve vatandaş olmayanlar diye ikiye ayırmışlardır. Eski Roma’nın demokrasi kuramına katkısı ise anayasacılık ve kanunun yönetene de uygulanması ilkeleridir. Bunların altında yatan neden çok geniş bir ülkeyi yönetme zorunluluğundan dolayı, Roma’da hukukun gelişmiş olmasıdır. Romalı bir avukat olan Cicero`nun ilk kez açıkladığı ‘doğa yasası’ kavramı, insanların kanun önünde eşitliği ve insanın doğal hakları korumalarının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Hıristiyanlık insana yüklediği kutsallık ve insanların eşitliğine olan inancı, evrensel toplum arayışı ve ortaya attığı doğanın ahlaki yasası kavramları ile demokrasi kuramına katkıda bulunmuştur. Hıristiyanlığın ortaya çıkış şekli ise yönetime itaatin şartlı olduğu fikrini geliştirmiştir. Aziz Thomas Aquinos, doğa yasasının Tanrının sebebi olduğunu söyleyerek, onun hem yönetene hem de yönetilene uygulanabileceği fikrini geliştirdi. Ne var ki, Hıristiyanlığın insanlara yüklediği eşitlik Tanrı önünde olan bir eşitliktir, devlet ya da kanunlar önünde değil. Ayrıca, Hıristiyan ruhani sınıfı bu eşitliği de ortadan kaldırmaktadır. Ortaçağda Feodalizmdeki lord-vassal arasındaki koruma hizmeti ve işgücünün takası, karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler fikrini geliştirdi. Ayrıca bu dönemde soyluların da, köylülerden farklı bir mahkemede de olsa, yargılanmaları yönetenlerinde yargıya tabi olması fikrini geliştirdi. Soylulardan oluşan bu mahkeme ileri ki dönemlerde İngiliz Parlamentarizminin temellerini atmıştır. Erken modern çağda, Padovalı Marsilio’nun fikirleri demokrasi kuramı için önemli bir temel olmuştur. 13. yy’da yaşayan Padovalı Marsilio, daha sonraları Machiavelli ile doruğuna ulaşacak olan bir fikir sisteminin temellerini atmıştır. Marsilio ilahi yasa ile devlet yasasının birbirinden muhakkak ayrılması gerektiğini savunmuştur. Bu, laik devlet anlayışının dünya tarihine –ya da en azından Avrupa tarihine- ilk çıkışıdır. Marsilio, bunun yanında, bu yasalar birbirinden ayrıldıktan sonra ilahi yasa değil, ama devlet yasasına mutlak itaatin zorunluluğundan bahseder. Marsilio ayrıca temsil ve uzlaşma konularına da değinmiştir. Bu konulardan ilkinin tam olarak açıklanması için 19. yy’a, ikincisinin tam olarak açıklaması içinse 20. yy’ın ortalarına kadar beklememiz gerekecektir. Padovalı Marsilio’dan reforma kadar geçen zamanda Avrupalı düşünürlerin demokrasi kavramına önemli bir katkıları olmamıştır. Reform hareketi iktidarın kaynağının göklerden alınıp yeryüzüne teslimi konusunda önemli bir adım atmışsa da bunu tam olarak gerçekleştiremedi. Ne var ki Rönesans’ta ortaya atılan ve dünyanın merkezine insanı koyan görüşler, laik devlet anlayışını aşağı yukarı şekillendirdi. Machiavelli, Padovalı Marsilio’dan beri oluşa gelmiş olan bir birikimi dile getiriyordu. Machiavelli, laik devlet anlayışını tam olarak ortaya koymuş ve dini devlet yönetiminde tamamen dışlamıştır. Egemenlik kavramıyla birleşince, laik devlet demokratik yönetime giden yolda önemli bir adım olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan devletin egemenliğinin kendisinden kaynaklanması (aslen bu görüş Padovalı Marsilio’ya aittir) ve bu egemenliğin tek ve mutlak olması fikirleri, feodalizm zayıflaması ile birlikte mutlak monarşi için kuramsal bir zemin hazırlamıştır. Bu görüşe göre tüm güç, kayıtsız ve şartsız olarak yönetenin elinde olmalıydı. Eski Yunanistan’dan başlayarak aşağı yukarı iki bin yıllık bir sürede gelişen bu fikirler, aslen egemenliğin kaynağını sorgulamaktaydı. Sonuç olarak bu sorunun cevabı, günümüz halk yönetimi anlayışlarının çok uzağında da olsa, ilahi olmayan bir kurum yani devlet olarak verildi. 17.yy’dan sonra demokrasi kuramı yönetime kimin nasıl geleceği sorunuyla ilgilenmiştir. 17. yy’a kadar geliştirilen demokrasi kuramları, iktidarın kaynağının devlet olması gerektiğini açıkça ifade etmişlerdir ancak, devletin bu özelliğinin kaynağı ve bireyin kendi iradesinin aksine olan durumlarda dahi, neden devlet iradesini kabul etmesi gerektiği sorusunu yanıtsız bırakmışlardır. Egemenliğin kaynağı Tanrı olduğu zaman bu sorunun cevabı çok kolaydı: Devlet iktidarını tanrı adına kullanıyor, gücünü ondan alıyordu. Birey de meşruluğunu, kendi yaşamının sebebi olan, kendisini yaratan Tanrıdan olan bir iradeye boyun eğmek zorundaydı. Bu sorunun cevabını Rousseau (Rousseau J.J., 1913) toplumsal sözleşme kavramı ile vermeye çalışır. Toplumsal sözleşme kavramının temelleri sofistlere ve Romalı avukatlara dayanır. Sofistler doğa yasası ile toplumsal teamülleri birbirlerinden ayırmışlar, sonrakinin bireyler arası mutabakat ile ortaya çıktığını söylemişlerdi. Romalılar ise toplumsallığın insanın doğasında olduğunu ve devletin bireyler arasında mutabakat ile ortaya çıktığını savundular. Ne var ki, sofistler bu mutabakata katılmayanların devlet iradesinden muaf olmaları gerektiğini savunurken, Romalılar da iktidarı kanuna dayandırdıkları için kimsenin devlet iradesinden muaf olamayacağını savunmuşlardır.1[3] Toplumsal sözleşme kuramı iktidara karşı bir devrimdir. İktidarın kaynağını tekrar sorgular ve bu kaynağın doğrudan halk olduğunu ilan eder. Rousseau toplum yönetiminde her bireyin rızasını yetersiz görür ve bunun yerine her bireyin gönüllü ve aktif katılımının sağlanması gerektiğini söyler. Locke (Locke, J., 1924) ise devlete, doğa devletinin veremediği korumayı sağlamak görevini verir. Siyasi toplum bir güven kurumudur. Yönetenler yönetilenlerin hizmetçisidir ve yönetenler halk ne isterse onu yapmalıdır. Locke ve Rousseau’nun görüşleri arasındaki fark demokrasi kuramları arasında günümüzde de devam eden bir ayrım noktası yaratmıştır. (Recai, M.,1967) Normalde birbirlerini tamamlıyormuş gibi görünen bu iki bakış açısı eşitlik ile özgürlük, toplum ve birey, devlet ve vatandaş arasındaki çatışmanın tohumlarını taşımaktadır. Rousseau “İnsanlar özgür doğar ama her yerde zincire vurulurlar”2[4] sözünde bahsettiği zincirlere meşru bir taban aramıştır. (Recai, M., 1967) Ona göre, insan kendini topluma vererek aslen kimseye vermemiş olur. Haklarını genel irade ile birleştirmiştir. Buradaki genel irade, toplumsal sözleşme ile belirlenen, asla yanlış olmayan ve her bireyin üzerinde mutabık olduğu bir iradedir. Egemenlik ise bu genel iradenin uygulamasıdır. Bu nedenle egemenlik mutlak, sonsuz, yok edilemez, bölünemez ve devredilemez bir şeydir. Devlet bu genel iradenin vücutlaşmasıdır ve bu nedenle insanlar devlete itaat ederler. Rousseau’ya göre, bu nedenlerden ötürü, insan özgür olmaya zorlanabilir. Bunlar totaliter demokrasi anlayışının öncülleridir. 19.yy, Atina’da görülen halk yönetiminin tekrar dirildiği dönemdir. 18.yy’ın sonunda meydana gelen Fransız devrimi ve bu devrimin sonucu olan İnsan ve Vatandaş Hakları beyannamesi halk yönetimi kuramları açısından bir dönüm noktası olmuştur. Fransa totaliter demokrasiyi uygulamış olmasına rağmen, kuramsal olarak özgürlükçü demokrasiyi –insan hakları beyannamesi ile- açıklamıştır. 19.yy’ da ortaya konan kuramları dört isim üzerinden takip edebiliriz: Jefferson, Lincoln, J.S. Mill, A. De Tocquevillie. Bunlardan Jefferson ve Lincoln daha çok genel kavramları bilindikleri şekilde açıklamakta ve özgürlük-eşitlik çatışması gibi kuramsal konulara girmemektedirler. Jefferson (Jefferson, T. 1899) daha çok bireyin devlete karşı olan haklarından bahseder. Lincoln (Lincoln, A. 1953) ise çoğunluğun kararlarına olan güvenini tekrar tekrar yineledikten sonra, daha çok halk egemenliğini vurgular. De Tocquevillie (De Tocquevillie, A. 1945) ise özgürlükçü çizgidedir. Hatta bu konuda bir aşırıdır. Eşitliği, özgürlüğün en büyük düşmanı olarak görür. Ayrıca azınlık haklarını ve çoğunluk diktası tehlikesini özellikle vurgular. Tüm bunların yanında demokrasinin kurumsal değişkenlerinden de bahseder. Mill (Mill,J.S., 1951), De Tocquevillie gibi aşırı olmamakla beraber yine özgürlük kampında yer alır. Ona göre özgürlük sosyal gelişimin tek yoludur. Eşitliğe olan güvensizliği onu seçkinci bir demokrasi anlayışına sevk etmiştir.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|