|
İlhan Usmanbas’i düşündüm bugün. Kendisini çok az tanırım, ama müziğini iyi bilirim. Mütevazı bir insandır. Anlatmaya çalışalım. Büyük bir besteci İlhan Usmanbas. (Bunu söyleme cüretini gösteriyorsam, inanın, hakikaten öyle olduğu içindir.) Sadece dünyadaki "Çağdaş Müzik Hareketi"in Türkiye temsilciliğini yapmış olduğu için değil, zaman zaman, o hareketin de önünde gidebildiği için büyüktür. Hep, "Ben Avrupa’daki Çağdaş müzik hareketlerinin uzaktan bir takipçisiyim" demiştir. Doğru değil. Öncülerindendir! Ama kim kime dum duma! Kaç kişinin haberi var ki Avrupa’daki Çağdaş müzik hareketlerinden? 1940’lardan 80’lerin başına kadar süren "Avangardizmöden? Ligeti? Penderecki? Henze? Berio? Cage? Stockhausen? Kurtag? Takemitsu? Türkeyi’deki sadece çok çok küçük bir azınlığın sevdalısı olduğu "Çağdaş Müzik" meselelerinde, bir "Mızrağın ucu" gibi önde gitti Usmanbas. Mütevazılık anlaşılan pek değer görmüyor. Ne kadar acı değil mi? Bir bestecinin eserleri çalınmazsa, tartışılmazsa, halka anlatılmazsa, başına ve televizyona çıkartılmazsa geriye ne kalır? Üstelik Usmanbas dahiyane bir besteci. Büyük bir besteci. düşündüm bugün. Kim bilir 1950’lerde -daha öğrenciyken- neler ümit ediyordu? 60’larda? 70’lerde? 80’lerde? Ya simdi? Ne düşünüyor acaba? Ne aradı, ne buldu? 1950’lerde hayal ettiği 2000 Türkiye’sindeki müzik durumu nasıldı? Bir ömür geçti aradan, peki simdi 2050’yi nasıl görüyor acaba? Dünyada da "epey hasar gören" Çağdaş müzik hareketinin geleceği hakkında ne düşünüyor? Onlarca eseriyle ödüller aldı. Dünyanın her yerinde; Polonya’da, Almanya’da, ABD’de. Eserleri çalındı. Hem de en ciddi festivallerde, en ciddi orkestralar tarafından! Bizim orkestralar da kırk yılın başı çalarlardı, seyirci bayılırdı bu müziğe. Sonra? Sonrası gelmiyor bu ülkede bir türlü. Sorun orada zaten. Hocam Kamuran Gündemir çok severek çalardı Usmanbas eserlerini. TRT için kaydettiği bir piyano eseri de vardır; "Ölümsüz Deniz Taslarıydı." Diyorum ya; dürüst insanlar bunlar. Deniz kıyısında yürürken, hayattan, tarihten, evrensellikten ve de sanattan bahsederken böyle bir "Baslık" doğabiliyor. Ne güzel: "Ölümsüz Deniz Taslarıydı." Kendimi de bir yanda suçlu buluyorum. Ben de konserlerimde çalmadım Usmanbas’i. Ama görevimdir. Müzik dediğimiz şey, bir bakıma "tini söylevi"dır. Besteci tınıları yoğuran adamdır. Usmanbas tini olayını sihirbaz gibi isleyebilen bir duyuşa sahip. Beni düşüncelere iten, bu yazıyı yazdırtan sebep de bu zaten. Eserleri nefis tınlıyor. Enteresan buluşları var. Özellikle oda Müziği tarzı eserlerinde. Bazı sesler kulakla duyulmaz, hissedilir. Hissedilen bir şeyin de bangır bangır bağırmasına gerek yoktur zaten. Sessizlikleri besteleyebilmek önemli bir ayrıntıdır. Ne diyelim? Anlayan anlamıştır ne dediğimizi. "Kimse kendi ülkesinde peygamber değildir" Fazıl Say’in "Mızrağın Ucu" baslıklı bu haftaki köse yazısında sorduğu ve cevabini merak ettiği soruları, İlhan Usmanbas cevapladı ILHAN USMANBAS "Kaç kişinin haberi var Avrupa’daki Çağdaş müzik hareketinden?" Tabii bu noktada öyle. Bugünlerde bir anda dünyayla ilişki kurabiliyorsunuz ama kendinizi geliştirmek için gereken şeyler yakınınızdaki insanların girişkenliğine bağlı. Eğer başka yerlerde olsaydık -mesela İlhan Mimaroglu ve Bülent Arel’in dışarıda plakları çıktı, konserler verdiler, hocalık yaptılar- her Çağdaş besteci gibi çağın umut ve umutsuzluklarını yasardık. Sanatçılar her yerde dünya vatandaşı gibi davranırlar, kendi çevrelerinden destek alamadıklarında başka ülkelere gider, orada çalışırlar. Bakin İspanyol ressamlara hepsi Paris’te çalıştı. Hollandalı ressamlar Amerika’ya gittiler. Kimse zaten kendi ülkesinden çok bir şey beklemedi. Fransız Pierre Boulez’in yaptığı gibi ya İngiltere’ye ya Amerika’ya gitti. Ama sonunda Fransa "Aa, bizim bir Boulez’miz var" deyince ülkesine döndü. Kimse kendi ülkesinde peygamber değildir. "Bir bestecinin eserleri çalınmazsa, tartışılmazsa, halka anlatılmazsa, başına, televizyona çıkartılmazsa geriye ne kalır?" Küçük çevrelerimizin, çaldıklarımızı ciddi şekilde anlaması, kavraması bir sanatçının gelişmesinde çok faydalı. Doğru eleştiri, bestecinin fikrini değiştirebiliyor. Yıllar önce birbirlerini anlamayan hatta reddeden bestecilerin hayatlarını öğreniyoruz. Bütün o savaş ne için ki? Biz yüzyıllar sonra, onları ayni kefeye, yüksek bir konuma getiriyoruz. "Kim bilir 1950’lerde daha öğrenciyken ne ümit ediyordu?" Aslında konuyu "ümitle almamak lazım. Sanıyorum ben de, Bülent Arel, Nevit Kodalli gibi bizim kuşaktan arkadaşlarım da bir şeyler yapmayı, dünyaya bir şeyler getirmeyi düşünüyorduk. İlişkilerimiz pek fazla gelişmediği için umutlarımız da gelişmemişti. Ben 1958’de, Arel de 1959’da Amerika’ya gittik. Nevit Kodalli, Van Gogh Operası’nı yazdı, oynandı. Bütün bunlar bizim kuşağımızın belli bir yere gelebileceğini gösteriyordu zaten. Hatta öyle ki Bülent Arel Amerika’ya gittiği zaman orada Yale Üniversitesi’nin elektronik merkezini kurdu. Düşünebiliyor musunuz? O zaman hiç planlamadan, hemen yüzmeye başlamıştık. "1960’larda? 70’lerde? 80’lerde?" Bu arada hocalıklar var. Hocalıkta bildiklerinizi öğretiyor, gençlerle karşılıklı fikir alışverişinde bulunuyorsunuz. Giderek bizim de ilişkilerimiz dünyayla bire bir olmaya başladı. Tabii ülkemiz Çağdaş müzikte beklediğimiz kadar gelişemedi. Ama fazla çalınmamış olmamız Bazı atılımlarımızı desteklemiş olabilir. Çünkü neredeyse eleştirisiz bir özgürlüğe kavuşmuş olduk. "Ya simdi? Ne düşünüyor acaba? Ne aradı, ne buldu?" İstediğim, yapabildiğimin en iyisini yapmak. Küçük de olsa Türkiye’deki sanatçı çevresiyle, sairlerle ressamlarla kurduğum ilişki benim için yeterli. Zaten çok gelişmiş bir ülkede bile yalnızca en yakınlarınızla düşünce alışverişinde bulunuyorsunuz ve bu sizi yaşatmaya yetiyor. "1950’lerde hayal ettiği 2000 Türkiye’sindeki müzik durumu nasıldı?" Sanırım bu Fazıl Say’in karamsar bir sorusu. İyimser olsa böyle bir şey sormazdı. Ama ben karamsarlık taraftarı değilim. Herkes yarattığı bir şeylerin etrafında dolaşıyor. Her gün yazdıklarımızdan şüphe ediyoruz. Bunun sonu da gelmiyor. Fazıl Say bunu hem besteci hem de icracı olarak çok daha iyi bilir. Bir konserinden sonra "Çok çok iyi çaldın Fazıl" dediğimiz zaman "Ama şurasını da böyle çaldım, burası da kötü oldu, hiç memnun değilim" demişti. "Bir ömür geçti arada , peki simdi 2050’yi nasıl görüyor acaba?" 2050’de dünya hâlâ yerinde duruyorsa gene bir şeyler olacaktır. Kendilerini avutmaya çalışan Sanatçılar muhakkak olacak. "Dünyada epeyce "hasar gören" Çağdaş müzik hareketinin geleceği hakkında ne düşünüyor? Çağdaş sanat her zaman olacak tabii ki. Ama gideceği yönleri kestirmek mümkün değil. O yönleri bilseydik zaten o sanat Çağdaş olmazdı, geleceğin Müziği olmazdı. Yanılmıyorsam Fazil’in "hasar görme" dediği modern sanatın büyük toplumla karşılıklı iletişim içinde olmaması. Ama dünyada hiçbir zaman bu şekilde olmadı. Yani sanatçının ilişkisi önce küçük çevresiyle olmuştur ve orada kalmıştır. Bugün en çok popüler olan eserlerin bile, sevilseler de büyük toplum tarafından tamamen anlaşılmış olabileceğine inanmıyorum.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|