|
Maurice Cranston İnsan Hakları" (human rights) eskiden "insan(ın) hakları" (rights of man) olarak adlandırılan şeyin oldukça yeni adıdır. "İnsan hakları" ifadesinin kullanılmasını teşvik eden, Birleşmiş Milletlerdeki görevi esnasında dünyanın bazı bölgelerinde insan hakları kavramının kadınların haklarını (rights of women) da kapsadığının anlaşılmadığını gören Elanor Roosvelt idi. "İnsan hakları"kavramı daha önceki bir tarihte orijinal "tabiî haklar“ kavramının yerini almıştı. Çünkü, tabiî haklar mefhumunun mantıkî olarak bağlantılı bulunduğu tabiî hukuk konsepti bir ihtilâf konusu olmuştu. Aydınlanma Çağında (Age of Reason) tabiî haklar hakkında çok şey söylendi, çünkü bu çağ ayni zamanda bir devrimler çağıydı. John Locke, 1688 İngiliz Devrimiyle ilişkilendirilen yazılar(ın)da, modern dünyada tabiî haklar doktrininin en önemli teorisyeni olarak kabul edilmesini sağlayacak bazı tezler öne sürmekteydi. İnsanların yasamak, hürriyet ve mülkiyet sahibi olmak için tabiî bir hakka sahip olduğunu ayrıntılı biçimde anlattı. İngiliz Parlamentosu tarafından 1689`da çıkartılan Haklar Bildirgesi (Bill of Rights) bu tabiî hakları pozitif haklara dönüştürmek üzere hazırlandı; tabiî haklara herhangi bir suçla suçlandırılan herkesin bir jüri tarafından âdil ve açık biçimde muhakeme edilmesi hakkının da ekledi ve aşırı para cezalarıyla insafsız ve olağan olmayan cezaları yasakladı. Locke`un teorileri ve İngiliz Haklar Bildirgesi örneği bastan basa Bati Dünyasında büyük bir etki yaptı. Haziran 1776`da Virginia devletinde bir temsilciler meclisi tarafından bir haklar bildirgesi kabul edildi. Bu bildirgenin ilk maddesi söyle demekteydi: "Bütün insanlar (men) doğuştan eşit derecede hür ve bağımsızdırlar ve belirli vazgeçilmez haklara sahiptirler; bir toplum haline geldikleri (siyasal toplum kurdukları) zaman hiçbir sözleşmeyle gelecek nesillerini bu haklardan, yani yasama ve hür olma, mülk kazanma ve ona sahip olma, mutluluğu arama ve elde etme haklarından mahrum kılmaya zorlayamaz, veya onları bu haklardan mahrum bırakamazlar. Locke`un üç hakkına burada mutluluğun eklendiğine dikkat edin, çünkü o dönemde Bati Dünyası 17. asrin Kalvinist sadeliğinden 18. asrin daha neşeli hedonizmine (hazcılık) doğru yol almıştır. Ayni kelime (mutluluk) 13 Amerikan Devleti tarafından Temmuz 1776`da ilân edilen Bağımsızlık Beyannamesinde de yerini aldı: su gerçekler bizim için kendiliğinden gayet açıktır: Bütün insanlar (men) eşit yaratılırlar; Yaratıcıları tarafından (verilen) belirli vazgeçilmez (terk edilmez) haklara sahiptirler; hayat, hürriyet ve mutluluğu arama hakları bunlar arasındadır. Locke`un sade düşüncelerine kanat veren Thomas Jefferson`un belâgatı. Pekçik bakımdan İngiliz ve Amerikan Devrimlerinden etkilenen, fakat kısa sürede ikisinden de çok farklı bir şeye dönüşen Fransız Devrimi hakların lisanını hemen der-hal benimsedi. Laf ayette, Bağımsızlık Savası sırasında Amerikan kuvvetlerinde yaptığı hizmetler sırasında edindiği birikimden yararlanarak, bu Anglo–Sakson beyannamelerini hemen hemen kelimesi kelimesine Paris`te 1789 yılının daha kibar anılarını işaretleyen `Déclaration des droits de l`homme et du Citoyen`e tercüme etti. Decleration," insanlar hür ve eşit şartlarda doğar ve öyle kalır"; "Bütün politik cemiyetlerin (birleşmelerin) amacı insanin (man) tabiî ve inkâr edilemez haklarının korunmasıdır: Bu haklar, hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme direnmedir" der. Hürriyet, "bir diğerinin haklarını ihlâl etmeyen herhangi bir şeyi yapmakta sınırlanmamış olmak" seklinde tanımlanır, ve özgür konuşma, özgür basın, din özgürlüğü ve keyfî tutuklanmadan masun olmayı kapsayacak şekilde telâkkî edilir. Fakat insan hakları fikrinin orijinini bulmak için daha gerilere gitmeliyiz. Belirli şehir devletlerinin vatandaşları isogoria veya ifade hürriyeti (freedom of speech) ve isonomia veya kanun önünde eşitlik (equality before law) gibi haklardan yararlandılar. şehir devletlerinin yok olusunu izleyen Helenistik devirde insanlar bu hakları sivil hukukta değil, fakat daha yüksek bir hukukta, tabiî hukukta kök salan haklar olarak gördü. Tabiî hukuk, herhangi bir çeşit ilâhî bildirim olmaksızın her rasyonel beyinin tereddütsüz fark edebileceği bu başlangıç prensiplerini tecessüm ettirdi. Roma’nın Stoikleri, filozoflarından ziyade hukuk bilginleri (jurist) de ayni fikri benimsedi. Bu yüzden, tabiî hak eski dünyada (ancient world), Orta Çağ Hıristiyanlık âleminde ve modern Akil Çağı’nın ilk dönemlerinde pek canlı olmuş, çok kuvvetli bir geçmişe sahip bir fikirdir. Bununla beraber 1815`te Avrupa`da eski düzenin restorasyonuyla 1930`larda totaliter rejimlerin yükselişi arasındaki yıllarda hem tabiî hukuk hem tabiî haklar özellikle modaya ters düsen fikirlerdi. Söz geçimi, 19. asır Almanya’sının liderleri bir yandan hem tabiî hukuka hem tabiî haklara bağlı olduklarını öne sürdüler, bir yandan da hakların bireysel insanlara (kişilere) ait olmadığını, toplumlara veya milletlere ait olduğunu söylemeye devam ettiler. 19. asrin birey haklarını küçümseyen milletin hakları doktrininin şampiyonları aslında hasım kampların, tabiî hukuku ve tabiî hakları saçmalık olarak mütalaa eden pozitivist, empirisist ve faydacı (utilatarian) kampların teorisyenleriyle uyum içindeydi. Ve felsefede moda çok önemli bir faktör olduğundan 20. asrın başlarında insan hakları (rights of man) anlayışını savunmaya muktedir veya istekli ciddî bir teorisyen neredeyse kalmamıştı. Gerçekten 1918`den sonra haklar teorisinin eleştiricileri hücûmlarında daha saldırgan oldu; hukukçu pozitivistler mahkemelerin muhafaza ettiği şeyin yalnızca mevcut hukuk olduğunu, mantıkçı pozitivistler ise duyusal deneyimle doğrulanamayacak herhangi bir sözde gerçeğin anlamsızlık olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Bu tür pozitivist teoriler en kâmil biçimde Almanca konuşan dünyada geliştirildi ve çekiciliklerini ilk kaybettikleri yer yine buraydı. Çünkü Hitler iktidara geldiği vakit ona uzakça bağlı mahkemeler en kati pozitivistsin bile kolay kolay âdil olarak nitelendiremeyeceği birçok kanunlar icra etti. Bütün bunlar tekrarlanmayı gerektirmeyecek kadar iyi bilinmektedir. 1933`ten sonra Bati dünyası başka bir mutlaklık (absolutism) çağında, veya daha ziyade, eski mutlak kralların en kötüsünden çok daha kötü bir totaliter diktatörlük çağında yasamakta olduğunu anladı. Bu tür rejimler bir "egemen"in hükmü olan bir "hukuk"u değil, fakat bir zalim ve soy kırımcı despotun hükmü olan "hukuk"u uyguluyor olarak görülebilirlerdi. Bunu protesto eden sıradan insanlardı: "Bu hukuk olamaz. Hukuk eğer hukuk adini hak edecekse, en azından, her insanin insan olmaktan dolayı sahip olduğu bazı temel haklara saygı duymalıdır". Burada yeni bir problemle karsılaşırız: II. Dünya Savası sıralarında bir yandan yeniden gözde bir kavram haline gelen tabiî haklar fikri gittikçe yayılır ve insanlar haklara sahip oldukları konusunda ikna edilirlerken, bir yandan da insanların sahip olduklarını iddia ettikleri veya sahip olduklarının söylendiği haklara hiçbir sinir konulmamaya başlandı. Birleşmiş Milletler, belki, bu durumun önemli bir kısmından sorumluydu. Kurulusu döneminde Birleşmiş Milletler, Winston Churchil`in insan haklarının "tahta oturma"si olarak adlandırdığı şeyle yüklenildi (görevlendirildi). Bu hakların neler olduğunu tayin etmek üzere bir komisyon kurarak ise başladı ve bu komisyonun müzakerelerinin sonucu olarak, BM Genel Kurulu`ndan 1948`de "geçen ve ilân edilen", İnsan hakları Beyannamesi ortaya çıktı. Bu beyanname, Amerika ve Fransa`da 18. yüzyılda yayınlanan beyannamelerden çok daha uzun, garip bir belgedir. İlk maddeler kısmında lisan John Locke`un, Thomas Jefferson’un lisanıdır. Hayat, hürriyet ve mülkiyet hakları kolayca anlaşılabilecek biçimde anlatılır: Beyanname seyahat hürriyeti, mal sahibi olma, evlenme, kanun önünde eşitlik ve herhangi bir suçla itham edilme halinde açık ve adil bir yargılanma haklarıyla din hürriyeti, barışçıl toplanma ve politik mülteci olarak sığınma haklarını tavsif eder. Kölelik, işkence ve keyfî tutuklama yasaklanır. Bununla beraber beyanname açıkça kendini bu hakların olgunlaştırılmasına ve herkes için zorlayıcı özellik kazandırılmasına tahsis etmez. Beyanname, sosyal güvenlik, münasip bir yasama standardı, tıbbî bakim, istirahat, eğlence ve hatta "ücretli periyodik tatil" gibi şeylere yönelik insan haklarını bildiren daha başka bir maddeler dizisi içerir. Bu yeni haklar ile geleneksel tabiî haklar arasındaki fark beyannamenin taslağını yazmaktan sorumlu olanların gözünden kaçmadı. Komisyonun kayıtlarında ilk maddeler dizisi, yani bütün maddelerin ilk yirmisi "siyasî ve sivil" haklar, diğerleriyse "ekonomik ve sosyal haklar" olarak adlandırılır. Öyle görünmektedir ki, bu "ekonomik ve sosyal haklar", ülkelerinde bireyin hürriyet ve mülkiyet hakkini kurduğunu iddia edemeyecek, fakat kendilerinin kontrolü altındaki insanların çoğu için sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri ve ücretli tatil sağladığını –veya sağlamaya çalışmakta olduğunu– öne sürebilecek ülkeler tarafından beyannameye ilâve edilmiştir. 1948 Evrensel İnsan hakları Beyannamesine bu "ekonomik ve sosyal hakları" dahil etmenin âşikâr bir sonucu kelimelerden fiiliyata geçisin imkânsız hale gelmiş olmasıydı. Birleşmiş Milletler tarafından 1946`da kurulan komisyon bir "milletler arası haklar bildirgesi" hazırlamakla görevlendirilmişti ve komisyondaki İngilizce konuşan delegeler, hem tanınacak belirli hakları tayin eden (bunlar geleneksel sivil ve siyâsi haklardı) hem de bu hakların ihlâliyle ilgili iddiaları izleyip düzeltecek uluslararası kurumlar oluşturulmasını sağlayan, sözleşme (convention) biçimine bir beyanname taslağı hazırladı. Fakat 1948`de ortaya çıkan bir haklar beyannamesi (declaration) veya bildirgesiydi (manifesto). Tersine 1950`de geleneksel sivil ve politik hakları zikreden Avrupa İnsan hakları Sözleşmesini (convention) gerçekleştiren Avrupa Konseyi insan haklarını tahta oturtmada hatırı sayılır bir ilerleme yaptı; çünkü bu sözleşmede tecessüm ettirilen haklar kavramı tutarlı ve rasyoneldi. İnsan hakları (human rights) herkesin sahip olduğu bir şeydir. Bir insan, belirli bir isi yapması, muayyen bir rolü icra etmesi, yahut belirli görevleri yerine getirmesi dolayısıyla bu hakları kazanmaz, bu haklar sadece insan olmasından ötürü ona aittir. Filozof Jacques Martin`in belirttiği gibi: "İnsan bir kişi, bir bütün, kendisinin ve kendi eylemlerinin bir efendisi olması dolayısıyla haklara sahiptir ve sonuç olarak insan, basitçe, bir amaca yönelik bir araç değildir, fakat bir amaçtır. İnsan kişi saygı gösterilme hakkına sahiptir, hakların konusudur, haklara sahiptir. Bunlar, insanin insan olması yüksek gerçeği dolayısıyla insana borçlu olunan şeylerdir. İnsan haklarını haklılaştırmanın zorluğunun bir kısmi onların evrenselliğinden kaynaklanır. Moral haklar kesinlikle tanınabilir; çünkü evrensel değildirler, bir bireye –veya sinirli bir bireyler topluluğuna– aittirler; çünkü bu tek kişi veya bireyler topluluğu kendini genel insan topluluğundan özel bir şey yaparak ayırmaktadır ve bu özel isle söz konusu moral hakki kazanmaktadır. Bir moral hakkı haklılaştırmanın standarda yolu hakkın kazanıldığını göstermektir. Locke`a göre insanlar mülkiyet hakkını, işgüçlerini Tanrının onlara geliştirmek ve zevk almak için verdiği tabiî dünyanın parçalarıyla karıştırmak (birleştirmek) yoluyla kazandı. Fakat biz bu argümanı insan haklarını, özellikle bunların en önemlilerini teşkil eden ve kazanılmamış haklar olan hayat ve hürriyet haklarını savunmak için kullanamayız. Mamafih, evrensel insan haklarının varlığının, 1948`de Birleşmiş Milletlerdin yaptığı ve modaya uygun (yaygın) düşüncenin yapmaya devam ettiği (hata) yapılmazsa, haklılaştırılabileceğini belirtmek istiyorum: Bunun yolu da sosyal güvenlik ve ücretli tatil gibi güzelliklere yönelik evrensel taleplerin insan hakları olarak ilân edilmemesidir. Böyle şeyler ideal olarak hayranlığa lâyıktır, fakat bir ideal bir haktan bütünüyle farklı bir mantıkî kategoriye aittir. Eğer haklar idealler statüsüne indirilirse, bütün insan haklarını koruma teşebbüsü kundaklanacaktır. Bir hak, tanımı gereği, hiçbir yerde hiçbir kimsenin, adalete ciddî bir tahkir teşkil etmeksizin, mahrum bırakılamayacağı bir şeydir. Asla caiz olmayan belirli eylemler, katiyetle tecavüz edilemeyecek muayyen hürriyetler, kutsal bazı şeyler vardır. Eğer bir insan hakları beyannamesi olmak istediği şey olacaksa bu söylem sahasıyla tahdit edilmelidir. Eğer farklı bir haklar düzenlemesi ileri sürülürse, derhal hersek lâçkalaştırılır, açık emir müphem bir dilek olur. İnsanlar söyle diyebilir: "Ücretli izne sahip olmak herkes için harika bir şey olacaktı, herkes için sosyal güvenliğe, adil muhakeme edilme, hür konuşma ve hayat hakkına sahip olmak mükemmel bir şey olacaktı ve belki bir gün bütün bu güzel idealler gerçekleştirilecektir." Böylece ekonomik ve sosyal haklar iddialarıyla aşırı derecede yüklenmiş bir evrensel beyannamenin etkisi, politik ve sivil hakları ahlakî zorlayıcılık alanının dışına çekip ütopyacı özlemlerin alaca karanlığına itmektir. Ve bir hakkin anlaşılmasında hiç bir şey bir hakkin bir ideal olmadığının kabul edilmesinden daha önemli değildir. Bir ideal gerçekleştirilmek istenen bir hedeftir, fakat, tanımı gereği, hemen derhal gerçekleştirilemez. Bunun aksine, hak, saygı gösterilebilecek ve ahlakî bakımdan hemen simdi saygı gösterilmesi gereken bir şeydir. Eğer hak ihlâl edilirse adaletin kendisi suiistimal edilir. Kazanılan hakki haklılaştırmada hiç bir güçlük yoktur ve bu kazanımın satın alma, hediye, miras veya is yoluyla mi sağlandığının önemi yoktur. İnsan hakları bu yolların hiç biriyle kazanılmadığı, insanin sahsında tabiî olarak mevcut olduğundan, varlıklarını haklılaştırmak için başka argümanlar gereklidir. İnsan haklarının tabiî hukuktan kaynaklandığını söyleyen geleneksel görüş hakkında söylenecek çok şey vardır, çünkü insan haklarının varlığını iddia eden bir kimse, insanin tabiatında onu hayvanlara ve meleklere gösterilmesi gerekenden farklı bir saygıya lâyık kılan birselin varolduğunu söylemektedir. Tabiî haklar kökenlerinden herkesin doğal olarak yaptığı talepler olarak görülebilir. Hiç kimse şiddetli bir ölümle hayattan ayrılmayı veya kendisine zarar verilmesini istemez. Hiç kimsenin doğal hareketleri ve doğal hislerini ifade etmesi engellenemez. Bundan başka, insan aşırı ölçüde saldırılara açıktır. Oklu kirpilere ve ıstakozlara benzemeksizin homo sapienler vücutlarında pek az savunma aracına sahiptirler. Bazen daha ileriye gidilerek bu saldırıya çok açık oluş özelliğinin insani egoist bir hayvan olmaktan sosyal bir hayvan olmaya dönüştürdüğü öne sürülür. Çünkü insan kendi varlığını korumak için kendisi ve komşuları için barış ortamı temin edecek bir kurallar sistemi içinde yasamak zorundadır. Rousseau ahlâk (ilik)in insan toplumuyla başladığını ileri sürdü. Herhalde insanin ahlâk anlayışı, bir toplumda yasama deneyimine borçlu olduğu bir şeydir. İnsan bir toplumda ahlâki hak taleplerinde bulunabilir. Sadece zarar verilmemek istendiğini değil, kendine zarar verilmemesi gerektiğini de söyleyebilir; çünkü toplum hiç kimsenin, bir diğerine zarar vermediği sürece incitilemeyeceği mutlak anlayışına dayanır. Toplum ayni anda (zamanda) bireyin komşusuna zarar vermeme görevini ve komşusu tarafından zarar verilmeme hakkini yaratır. Tekrar vurgulayalım, tabiat ilk hürriyet hakki kavramımıza katılır. Epiktetus hürriyet hakkında konuştuğu vakit onu su şekilde tasvir eder: "Nereye istersem giderim; dilediğim yerden gelirim". Hürriyet için kullanılan Yunanca kelime eleutheria dır ve bu kelimenin etimolojisinin "birinin dilediği yere gitmesi"den kaynaklandığı görülmektedir. Profesör C.B. Macpherson bunu pek güzel izah etti: "Herhangi bir insan hakları doktrini bazı bakımlardan bir tabiî haklar doktrini olmak zorundadır. İnsan hakları yalnızca doğal hakların türleri olarak ileri sürülebilir, su anlamda ki, bu haklar, ister şimdiki halleriyle ister olmaya muktedir halleriyle, insanların tabiatından (yani ihtiyaçlarından ve yeteneklerinden) istidlâl edilmelidirler". Bundan dolayı tabiî haklar hakkında konuşmanın saçmalık olmadığı sonucuna varmalıyız. Doğal haklar insanin doğal olarak yaptığı taleplerden zuhur olan evrensel moral haklar olarak anlaşılabilir. Fakat şüphesiz sadece bir moral hakka sahip olmak yeterli değildir, insan bu hakka saygı gösterttirmek ister. Bunu talep etmek, ideallerin veya özlemlerin bir ifadesi olarak müphem ve ütopist bir şey yapmak değildir; daha çok, insanların hürriyetini, güvenliğini, vakarını ve benzerlerini inkâr eden otoriteleri ve güçleri, adalet ve ahlâk adına suçlandırmaktır. Bir insanin haklarının zaman zaman başka birinin haklarıyla çarpışacağı kaçınılmazdır ve duruma göre bir bireyin haklarıyla devletin güvenliği arasında da bir çatışma olabilir. Fakat güvenlik genel olarak insan haklarıyla arası açık olan (uyuşmayan) bir şey değildir, çünkü güvenlik insan haklarından biridir. Birinin güvenliği herkesin güvenliğiyle bağlantılıdır ve özel olarak güvenlikten yararlanma hakki kamunun güvenlikten yararlanmasına dayanır. Hürriyet ve güvenlik talepleri birebiriyle ancak güçlükle uzlaştırılabilecek iki şeyin talep edilmesi değildir; doğal olarak birbirine ait olan iki şeyin parçasıdır. İnsan hakları lehindeki klâsik argümanlardan biri hür bir ülkenin despotizmden daha emniyetli olduğuydu. Tarih bize bunun doğru olduğunu düşünmeye devam etmek için iyi sebepler vermektedir. (*) Daedalus, Vol. 112, No. 4, Fall 1983 Yeni Forum - Sayı: 253
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|