Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: GENEL
    Konu: Avrupa Birliği


Avrupa Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupalı milletleri birleştirmek, barışı korumak ve ekonomik ve sosyal ilerlemeyi pekiştirmek amacıyla kurulan bir kurumdur. Birliğin içinde ortak kurumları bulunan üç topluluk vardır. Bunlar: 1951 tarihli Paris Antlaşmasıyla kurulması kararlaştırılan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), 1957 tarihli Roma antlaşmasıyla kurulması kararlaştırılan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğudur. Avrupa’nın siyasi ve ekonomik faaliyetlerini düzenleyen ve kolaylaştıran Avrupa Birliği, üye ülkelerin (Belçika, Fransa, Almanya, İspanya, Avusturya, Finlandiya ve İsveç ) ortak kurumlar ve kuralları kullanma hakkına sahip olmak, Avrupa’ya barış ve refah getirip ülkeler arası uyuşmazlıkları engellemek gibi avantajlardan yararlanmalarını sağlamıştır. Avrupa Birliği’nin üye ülkelere sağladığı sayısız imkanlar birliğe diğer dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de üye olma isteğini doğurmuştur.
Fakat topluluğun 22
Haziran 1993 tarihinde Kopenhag Zirvesi’nde almış olduğu kriterler karşılanmadan
topluluğa tam üyelik kazanmak imkansızdır. Kopenhag zirvesinde alınan kriterler:
1- Siyasi kriterler:Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı


gösterilmesini ve korunmasını garanti eden .diğer Avrupa ülkeleriyle iyi ilişkileri olan bir ülke

olma
2- Ekonomik kriterler:İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanısıra birlik içerisindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması
3- Topluluk Mevzuatının benimsenmesi Kriteri:Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kabiliyetine sahip olunması.
Avrupa Birliği bu üç kriter üzerinde bu denli kararlı iken Türkiye’nin bu üç kriteri yerine getirmeden Avrupa birliğine üye olması düşünülemez. Türkiye’de çoğunluk Avrupa Birliğine üye olarak kabul edilmememizin temel nedenini Hıristiyan kökenli topluluğun Müslüman bir ülkeyi topluluk içinde görmek istememesi olarak düşünüyor. Ama gerçek neden din konusundan oldukça farklı. Avrupa Birliği Türkiye’nin
siyasi kriterleri tamamlamadığını ve bu kriterin içeriğiyle ilgili problemleri olduğunu iddia ediyor ve bu konudaki eksiklikleri demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları ile Türkiye’nin Yunanistan’la olan ilişkileri alanındaki eksiklikler olarak sınıflandırıyor. Topluluğa göre diğer üye ülkeler tarafından yerine getirilmiş siyasi kriterlerin üye olma başvurusunda bulunan tüm ülkeler tarafından da yerine getirilmesi gerekmektedir.
Avrupa Birliği’nin ısrarla üzerinde durduğu, olamazsa olmaz olarak kabul ettiği en önemli siyasi kriteri, Avrupa Birliğine aday olan tüm ülkelerin sağlam demokrasi ve insan haklarına saygılı kurumsal bir yapıya sahip olmasıdır. Topluluğa aday bir ülkenin topluluğun kapısını çalmadan önce bu koşulu tamamlamış olması gerekir tıpkı Türkiye’nin yapması gerektiği gibi. Yıllardır Avrupa Birliği kapısını defalarca çaldıktan sonra sonunda kapı az da olsa aralandı. Kapıdan içeri tamamen girmek demokrasi kurallarının tamamlanmasına kaldı.
1980 yılından sonra Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal koşullar Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde insan hakları ve demokratikleşme konularının öncelik kazanmasına neden olmuştur. Ayrıca Soğuk Savaşın 1980’lerin ortasından itibaren şiddetin azalması ve 1980’lerin sonunda da bitimiyle insan hakları hem küresel bir kimliğin referans noktası olarak görülmeye hem de Batılı ülkelerin ve kuruluşların dış politikalarında daha fazla yer işgal etmeye başlamıştır. Sonuçta, insan hakları ve demokratikleşme Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin önemli bir boyutu haline gelmiştir.
1962’de Birkelbach Raporu’nu kabul eden Avrupa Parlâmentosu, dış ilişkilerde insan haklarını gündeme getirmede öncü bir rol oynadı. Raporda “ancak demokratik uygulamaları ve insan hak ve özgürlüklerini garanti eden ülkelerin topluluk üyesi olabileceğini”ifade ediyordu. Bu ifadenin sonucu olarak demokrasi ve insan hakları konusu Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde daha önemli hale geldi özellikle de 1980’deki askeri darbeden sonra. 1980’e kadar daha çok,ortaklık anlaşmasının uygulanmasına yönelik teknik konular etrafında şekillenen ilişkiler 1980 askeri darbesiyle siyasal içerikli konuların ağır bastığı yeni bir sürece girdi. Avrupa Parlamentosu 18 Eylül 1980 de Türkiye üzerine bir tartışma açmış ve bir karar almıştı. Sonrakilere göre yumuşak bir dille kaleme alınan bu karar, askeri müdahaleyi kınıyor ve müdahale sonrası yeni rejimin insan haklarını gözetmesinin Türkiye gibi ortaklık anlaşması içerisinde olunan bir ülkeyle olan ilişkilerin temeli olduğunu hatırlatıyordu. Parlamento, Türk hükümetini demokratik kurumları iki ay içerisinde kurmaya veya sonuçlarına katlanmaya çağırdı . Karar,Türk hükümetinin verdiği güvenceye rağmen demokrasiye geçiş konusunda hiçbir gelişme olmamasına dikkatleri çektikten sonra “demokrasinin askıya alınmasını, idamları, işkenceyi ve masum vatandaşların tutuklanmasını’’ kınıyordu. Türk hükümeti böylesi bir gelişmeye nasıl bir tepki göstereceğinden emin değildi. Bir yandan Parlamento kararını yetkisiz bir organının aldığı, hiçbir somut sonucu olmayan bir karar olarak nitelerken diğer yandan da bunu
Türkiye’nin içişlerine gayri meşru bir müdahale olarak kınıyordu.
Haziranda oluşan olumlu havadan sonra yılın sonuna doğru Avrupa Topluluğu- Türkiye ilişkileri ciddi bir krize doğru gidiyordu. Avrupa Topluluğuna
göre Türk hükümeti söz verdiği hızla demokrasinin yeniden kurulması yolunda ilerlemiyordu. Darbeden bir yıl sonra 1982’de anayasayı hazırlayacak bir ‘Danışma Meclisi’nden başka , bu yolda atılan somut bir adım yoktu. Ayrıca eski başbakanlardan Bülent Ecevit’e siyasi beyanatta bulunma yasağına uymadığı için verilen 4 aylık hapis cezası Türkiye-Avrupa ilişkilerinde önemli bir sorun oldu. Avrupa Topluluğu bir bildiri yayınlayarak siyasi partilerin kapatılması ve Ecevit’in
mahkumiyetini demokrasinin restorasyonu sürecinde geri bir adım olarak nitelendirdi. 1983 yılının sonunda Özal hükümeti iktidara geldiğinde topluluğa üye olmak için gerekli bütün şartları yerine getireceğini bildirdi. Fakat devam eden sıkıyönetim, basın, sendikalar, ve dernekler üzerinde mevcut olan kısıtlamalar devam eden sorunlardı. Avrupa çevrelerindeki egemen görüş, genel seçimlerin yapılmış olmasına rağmen demokrasinin tamamen işler hale gelmesinin zaman alacağı biçimindeydi. Bu değerlendirmeler hala Türkiye’yi Avrupa siyasetinden dışlıyordu. Ekim 1984 de iki karar daha kabul eden Avrupa Birliği Türkiye’ye olan ilgisinin sürekli olduğunu gösterdi. Bu karalardan biri ölüm cezaları diğeri ise 1983 seçimleri sonrası yapılan ilk iki idam infazı ile ilgiliydi. Türk hükümeti infazları hemen durdurulmaya çağrıldı. Türkiye deki rejimi “kanlı bir terör rejimi” olarak niteledi. 1985 de topluluk tarafından Balfe Raporu hazırlandı. Raporda Türkiye’de insan haklarının en temel standartlara bile uymadığı sonucuna vararak Türkiye’nin üyelik başvurusunu erteleme kararı aldı. Avrupa Parlamentosu kararı işkence olaylarını, ölüm cezalarını, eski politikacılara ve sendikacılara getirilen siyasi kısıtlamaları, devam eden toplu yargılamaları, Kürtlerin baskı altında tutulmasını kınayarak Türkiye’yi idam cezasını kaldırmaya , siyasal mahkumları serbest bırakmaya, işkence suçlularını yargılamaya , toplu yargılamalara son vermeye,siyasal faaliyetlerin önündeki engelleri kaldırmaya çağırdı. Fakat 1986’da dış dünyada da kabul gören bazı iç gelişmeler Avrupa Topluluğuyla olan ilişkileri rahatlattı. Bu gelişmeler: eski politikacıların siyasal içerikli konuşmalarına getirilen yasak kaldırılması, DİSK ve Barış Derneği tutuklularıyla birlikte yaklaşık 30.000 mahkumun serbest bırakılmasıyla sonuçlanan fiili bir kısmi af getirilmesi, ve ölüm cezalarının Parlamento tarafından durdurulmasıdır. Fakat bu gelişmelere rağmen topluluk hala karasızdı. Türk hükümeti , ilişkileri geliştirecek kararlı ve etkili adımlar atmaya yanaşmayan Avrupa Topluluğunun tavrından giderek rahatsız olmaya başlıyordu. Düğümü çözmek için tam üyelik müracaatının tek yol olduğu görüşü hakimdi. 1963 Ankara Antlaşması’nın öngördüğü tam üyelik imkanı, hem Avrupa’da çalışan Türk işçilerinin serbest dolaşım hakkı gibi bir süredir devam eden sorunlara bir çözüm bulmak hem de resmen müracaat ederek Avrupa Topluluğu’nu siyasal olarak bir tercih yapmaya zorlamak açısından gerekli görülüyordu. Üye ülkelerinin açıktan muhalefetine rağmen 1987 yılı içinde tam üyelik müracaatının yapılması kararlaştırıldı. Bu arada Türkiye’de toplumun çok büyük bir kesimin Avrupa Topluluğu ile entegrasyondan yana olduğu görülüyordu. Tam üyelik, Batılılaşma sürecinin doğal bir sonucu ve hedefiydi .Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğiyle diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi demokrasinin sürekliliğinin garanti altına alınacağı ve yeni bir askeri müdahale ihtimalinin ortadan kalkacağına ilişkin yaygın bir inanç vardı.
Bu dönemde hükümetin imzaladığı sözleşmelerle uluslar arası yasal yükümlülükler altına girmeye başlamıştı. Hükümet, Ocak 1988’de işkenceyi yasaklayan sözleşmeleri imzalayarak TBMM tarafından onaylanmasını sağladı. TBMM de bekleyen 200’e yakın idam cezası onaylanmayarak idam cezaları fiilen uygulanmadı. Komisyonun görüşünü etkileyebilmek ve olumlu bir görüş alabilmek için Türk hükümeti siyasal ve diplomatik diyalogunu da yoğunlaştırdı. Avrupa Parlamentosu , Türkiye’nin tam üyelik başvurusuyla elde ettiği etkileme olanağını sonuna kadar kullanmada
kararlı görünüyordu. İnsan Hakları ihlali olarak düşünülen her olayda
Avrupa Parlamentosu devreye girerek süreci etkilemeye çalıştı. Bu, Cumhurbaşkanının muhtemel bir askeri müdahaleye ilişkin beyanatından 1 Mayıs gösterilerinin yasaklanmasına kadar geniş bir alanı kapsadı. Komisyon açısından da Türkiye’nin üyeliğinin pek yakın görülmediği uzun süredir beklenen raporun açıklanmasıyla ortaya çıktı. Komisyon’un bu cevabının “ciddi biçimde Avrupa Parlamentosu tarafından etkilendiği ‘’ileri sürüldü. Komisyon raporuna göre Türkiye’nin başvurusunu reddedilmesinin üç nedeni vardı. Birincisi

Türkiye ekonomisinin entegrasyon sürecine başlayacak seviyede olmadığı düşünülüyor, ikinci olarak Özal hükümetinin bütün diplomatik gayretlerine rağmen Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları uygulamalarının Avrupa Topluluğu standartlarının çok gerisinde olduğu ileri sürülüyor ve son olarak da Türk-Yunan çekişmesinin tam üyelik önünde bir engel teşkil ettiği söyleniyordu. Türk tarafı en azından 1992 sonrası bir tarihte giriş müzakaralerinin başlatılmasına ilişkin bir cevap beklentisi içindeydi. Dolayısıyla bu örtülü ret son derece büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Her şeye rağmen sonuçta, tam üyelik başvurusu Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’yla ilişkilerinin canlandırılmasına ve Türkiye’nin siyasal açıdan Avrupa standartlarına yaklaşmasına katkıda bulundu. Fakat askeri müdahalenin üzerinden yirmi yıl geçmesine ve Özal hükümeti başta olmak üzere tüm Türk hükümetlerinin içeride ve dışarıda attığı adımlara rağmen, insan hakları, Batı’ya yönelen Türkiye için bir ‘imaj kirlenmesi’ nedeni olmaya ve Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyonuna engel teşkil etmeye devam ediyor.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |