Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: ÇEVRE
    Konu: Çevre Kirlenmesi


Her türlü madde yada enerjinin doğal birikiminin çok üstündeki miktarlarda çevreye katılması.
Kirlenme, kirleticilerin etkilediği ortamın niteliğine göre, hava, su ve toprak kirlenmesi olarak sınıflandırılır. Ayrıca kirletici etkenlere bağlı olarak, kimyasal, fiziksel, ısıl kirlenme gibi alt sınıflandırmalar da yapılabilir. Çoğu kirletici, aynı anda birden çok doğal kaynağı etkiler.

Hava Kirlenmesi
Kirleticiler ve kaynakları Hava kirliliğine yol açan temel beş madde, karbon monoksit, parçacık halindeki maddeler, kükürt oksitleri, hidrokarbonlar ve azot oksitleridir. Başlıca kirlilik kaynakları, motorlu taşıtların, elektrik enerji santrallarının, sanayi tesislerinin ve konut ısıtma sistemlerinin yakıt artıklarıdır; ayrıca çöplerin, kömür artıklarının ve tarıma elverişli toprak kazanmak amacıyla doğal çevrenin yakılması da benzer kirleticilerin oluşmasına yol açar.
Karbon monoksit(CO), havadan biraz daha hafif, renksiz, kokusuz, zehirli bir gazdır. Yanma sürecinde yakıttaki karbonun, eksik yanma sonucunda tümüyle karbon dioksite yükseltgenmeyip bir bölümün karbon monokside dönüşmesiyle oluşur. Başlıca karbon monoksit kaynağı içten yanmalı motorlardır.
Katı yada sıvı maddelerin parçacıkları, kurum yada is biçiminde gözle görülebilenlerden, ancak elektron mikroskobuyla gözlenebilecek olanlara kadar değişen boyutlardır. Çevreyi kirleten parçacıkların oluşumuna yol açan başlıca nedenler, hareketsiz merkezlerde yakıt kullanımı ile sanayi etkinlikleridir; orman yangınları da küçük bir yüzde oluşturur.
Kükürt oksitleri, kükürt içeren yakıtların yanmasıyla oluşan zehirli gazlardır. Her yıl açığa çıkan kükürt oksitlerinin yaklaşık yüzde 66’ı kömürün yakılmasıyla oluşur. Kentsel bölgelerde yoğunlaşmış olan akaryakıt kullanımı ve kükürt oksitlerinin oluşumuna yol açan kaynaklardır.
Hidrokarbonlar da, karbon monoksit gibi eksik yanan yakıtlardan kaynaklanır. Ama karbon monoksitin tersine, atmosferde normal olarak bulundukları yoğunlukta zehirli değildir. Bununla birlikte, fotokimyasal sise yol açtıklarından kirliliğin artmasında önemli rol oynarlar. Havadaki hidrokarbonlar genellikle, çöp fırınları gibi büyük tesislerde atık maddelerin yakılmasından, sanayide kullanılan çözücülerin buharlaşmasından ve odun ile kömürün yakılmasından kaynaklanır. Ama en önemli etken, buharlaşma yoluyla ve içten yanmalı motorların egzozundan havaya karışan benzindir. Bu yüzden havadaki hidrokarbonların yaklaşık yüzde 60’ı, çok sayıda motorlu taşıtın bulunduğu kentsel alanlarda yoğunlaşmıştır.
Azot oksitleri, yakıtın çok yüksek sıcaklıkta yanmasıyla oluşur. Bu kirletici de gene motorlu taşıtlardan ve elektrik enerji santralları ile sanayide kullanılan buhar kazanlarının yakıt sistemlerinden kaynaklanır. Havada normal olarak eylemsiz halde bulunan azot, yanma sırasındaki yüksek sıcaklıkta oksijenle birleşir ve gaz halinde dışarı atıldığında çabuk soğursa, bu durumda kalır. Azot oksitleri, hidrokarbonlarla birleşerek fotokimyasal yükseltgenleri oluştururlar. Bu yükseltgenler de, havada katı ve sıvı parçacıklarla birleşerek hava kirliliğine yol açarlar. Fotokimyasal yükseltgen kirleticiler ozon, azot dioksit, aldehitler, akrolein ve peroksiaçillerdir.
Kentsel bölgelerdeki hava kirliliğine yol açan bir başka önemli madde de kuşundur. Kurşun, sanayi tesislerinden, zararlı canlılarla mücadelede kullanılan kimyasal maddelerden, kömür ve çöp yakımında ve kurşunlu benzin kullanan otomobil motorlarından kaynaklanarak havaya karışır. Kirleticiler dışında, bazı doğal etkenlerde hava kirlenmesine yol açarlar. Güneş ışığındaki mor ötesi ışınlar, hidrokarbonlarla ve azot oksitleriyle birleşerek fotokimyasal sis oluştururlar ve buda sıcaklık terslenmesi dönemlerinde atmosfer durgunluğuna neden olur. Bu olay, sıcaklığın, yer yüzeyinde troposferin( alt atmosfer ) içlerine doğru arttığı durumlarda görülür; olaya terslenme denmesinin nedeni de normal olarak sıcaklığın yükseklikle birlikte azalmasıdır. Sıcaklık terslenmesi havanın yükselmesini engelleyerek kirletici içeren alt hava katmanının asılı halde kalmasına yol açar. Havada önemli bir yanal hareket gerçekleşmediği sürece kirlilik kalıcı olur.

Zararlı Etkileri
Havada kirlenmeye yol açan maddelerin insanlar üzerinde çeşitli etkileri vardır. Havadan solunan karbon monoksit,
kandaki oksijenin yerini alarak vücuttaki hücrelere taşınan oksijen miktarının azalmasına yol açar. Kentlerin havasında bulunduğu miktarıyla karbon monoksit, zihinsel yetilerin gerilemesine ve en sağlıklı insanlarda bile tepkilerin ağırlaşmasına neden olur; bu da kent yaşamında görülen kazalarda önemli bir etkendir. Ayrıca, kansızlık, kalp yetersizliği ve kan hastalıkları ile kronik akciğer rahatsızlıkları bulunan kişilerin sağlık durumları üzerinde daha da olumsuz etkiler de bulunur.
Kükürt oksitleri, solunum borusunu ve akciğer dokularını etkileyerek, solunum sisteminde geçici yada kalıcı rahatsızlıklara yol açabilir. Fotokimyasal yükseltgenler göz rahatsızlıklarına neden olur; ayrıca araştırmalar, azot oksitlerinin de insan sağlığına zararlı olduğunu, özellikle çocuklarda gribe karşı direnci azalttığını ortaya koymuştur.
Başka birçok kirletici de, etkileri doğrudan yada kısa sürede gözlenememesine karşın, halk sağlığı konusundaki kaygıların giderek çoğalmasına neden olmaktadır. Araştırmalar, kentlerde yaşayan insanların vücudunda bulunan kurşun miktarının, vücudun kan üretimini olumsuz yönde etkileyecek oranda olduğunu göstermektedir. Ama çevrede bulunan kurşunun insan sağlığına doğrudan mı zararlı olduğu, yoksa asıl tehlikenin gelecekte besin zincirinden ortaya çıkacak bir kurşun yoğunlaşmasında mı yattığı tartışması sonuçlanmış değildir.
Hava kirliliği, insanların yanı sıra bitki yaşamı, yapılar ve çeşitli eşyalar üzerinde son derece zararlı etkilerde bulunmaktadır. Pek çok büyük kentin çevresindeki bitki örtüsü hava kirliliği nedeniyle büyük ölçüde yok olmuştur. Ayrıca kentlerde kükürtlü kömür ve akaryakıt kullanımı, buralardaki çelik ürünlerinin kırsal bölgelere oranla dört kat daha hızlı aşmasına yol açmaktadır. Kükürt oksitleri de yapıların ve heykellerin aşınmasını hızlandırır; havadaki parçacıklar öteki kirleticilerin aşındırıcı etkisini arttırır; ozon ise,, kauçuk ürünlerinin daha çabuk parçalanmasına yol açar.
Ulaşımın ağırlıkla karayolu trafiğine dayandığı Türkiye’de, özellikle büyük kentlerde hava kirliliği önemli bir sorun halindedir. Batı yönü dışında tümüyle dağ ve tepelerle çevrili ,Ankara bu konuda çarpıcı bir örnektir. Sık inşa edilmiş binalarla dolu olan, değişik kömür ve akaryakıt türlerinin yakıldığı kentte kışlar büyük bir kirlilik içinde geçer.
Hava kirlenmesinden kaynaklanan
ve 1980’lerin ortalarında gündeme gelen bir başka önemli tehlike de, atmosferdeki ozon katmanının incelmesidir. Havalandırma sistemlerinde, spreylerde, otomobillerde ve buzdolaplarında kullanılan kloroflüorakarbon kökenli kimyasal maddelerin yol açtığı delinme kutup bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Yeryüzüne ulaşan morötesi ışınların zararlı etkilerini azaltan ozon katmanının delinmesi 20-30 yıl içinde etkisini gösterecek, yeryüzünde 40 milyon dolayında insanın cilt kanseri olmasına ve yalnızca ABD’De yaklaşık 800 bin kişinin ölümüne yol açacaktır. Bazı uzmanlar bu tahminlerde büyük yanılgı payının bulunduğunu öne sürmekle birlikte, ozon katmanının delinmesinin yeryüzü için büyük bir tehdit oluşturduğu üzerinde herkes aynı düşüncededir.

Su Kirlenmesi
Su, doğal durumunda pek çok çözünmüş madde, parçacık ve canlı organizma içerir. Evlerde ve sanayide kullanılan suya çeşitli kimyasal maddeler de katılmıştır. Sulara katılan atıklar çok çeşitlilik gösterse de, başlıca inorganik bileşenleri sodyum, potasyum, amonyum, kalsiyum, magnezyum, klorür, nitrat,nitrit, bikarbonat, sülfat ve fosfattır. Zararlı organik bileşikler ise çok çeşitlidir tümü bilinmemektedir buna karşılık belirlenmiş olanları, böcek ilaçları, deterjanlar, fenollü maddeler ve karbondioksilli aitlerdir. Kirlilik uzun vadede, sudaki canlıların yaşamında ve dağılımında değişikliği yol açar; bazı balıkların sayısı azalırken, kirleticilere dirençli başka canlılar sayıca artış gösterir. Su kirliliği ayrıca, göllerin yaşlanmasına ve kurumasına yol açan ötrofikasyonu hızlandırır. Böylece suyun çeşitli amaçlarla insanlar tarafından kullanılması da kısıtlanmış olur. Sanayi atıklarının böcek ilaçlarının ve öteki zehirli madde atıklarının, sudaki çözünmüş oksijeni tüketmesi, balıkların kitle halinde ölmesine neden olur.
Türkiye’de Marmara Denizi, Haliç, İzmir ve İzmit körfezleri, Burdur Gölü su kirliliğinin en yoğun olduğu yerlerdir. Ama yoğun turizm etkinlikleri ve enerji santrallarının yapımı Akdeniz kıyılarını da tehdit etmektedir.
Organik ve ısıl atıklar gibi çeşitli kirleticilerin zararlı etkileri doğal süreçlerle ortadan kalkabilir yada azalabilir. Sulardaki organik atıkların başlıca kaynağı kentlerdeki kanalizasyon sistemleridir. Suda çok büyük miktarlarda yoğunlaşmadıkları sürece bu maddeler, bakteriler ve öteki organizmalar tarafından kararlı inorganik maddelere dönüştürülebilir. Bu kendi kendini arıtma süreci sudaki oksijenin yardımıyla gerçekleşir. Ama eğer organik madde miktarı çok fazlaysa, yeterli oksijen olmadan arıtım kötü kokulara yol açabilir.
Suda çözülebilen tuzlar, gazlar ve parçacık durumundaki maddeler ise bu yolla arıtılamaz. Ayrıca, sanayiden kaynaklanan bu atıklarda kadmiyum, cıva ve kurşun gibi zehirli metaller vardır. Bu maddelerin ne ölçüde zararlı olduğu tam bilinmemekle birlikte, büyük miktarda cıva içeren sulardan avlanan balık ve benzeri ürünleri yiyen kişilerde ölüm olaylarına ve sinir sisteminde kalıcı bozukluklara çok rastlanmıştır. Ayrıca sudaki asılı paçacıklar, öteki maddeleri soğurarak bakteri gelişimine ve başta DDT gibi böcek öldürücüler olmak üzere pek çok zararlı maddenin dip çamurlarında çökelmesine neden olur.
Kirlenmeye yol açan kaynaklar. Evlerden, ticaret ve sanayi kuruluşlarından kaynaklanan kanalizasyon atıkları, su kirlenmesine yol açan başlıca etkenlerdendir. Genellikle kullanılan kanalizasyon sistemlerinde, atık sular yağmur suyundan ayrılamamaktadır. Bu yüzden toplam su miktarı sistemin kapasitesini aştığında atık suların büyük bölümü doğrudan akarsulara boşalan kanallara akar. Büyük kentsel bölgelerde yağmur suyunu toplamak için ayrı sistemler yada göletler yapılmasına yüksek maliyet yüzünden başvurulmamakta, buda su kirlenmesini ciddi biçimde etkilemektedir.
Sudan yararlanan sanayi tesisleri de, bir dizi değişik etkisi olan kirleticilerin sulara karışmasına yol açar. Sanayileşmenin hızla ilerlemesiyle, sanayi atıkları kanalizasyon atıklarını birkaç kat aşmıştır. Su kirliliğinde en önemli rolü oynayan sanayi dalları kağıt, kimya, petrol ve demir-çeliktir; enerji santralları da büyük miktarda atık ısının sulara karışmasına neden olur. Plastik üretiminde kullanılan poliklorodifenil, insan, hayvan ve bitki yaşamı için büyük tehlike oluşturmaktadır. Bu nedenle canlı hücrelerde biriktiğinden ve besin zinciri içinde yoğunlaştığından, başlangıçta çok küçük miktarlarda bulunsa bile, besinler insanlarca kullanılmaya başlayana değin tehlikeli miktarlara ulaşmış olur.
Tarım ilaçları, böcek öldürücüler ve kimyasal gübreler de su kirlenmesinde önemli rol oynamakla birlikte bu tarım atıklarının etkileri, kentler ile kentlerin çevresinde yoğunlaşmış yerleşim birimlerinin atıkları ve sanayi atıkları kadar büyük boyutlarda değildir. Kentlerin dışında su kirlenmesine yol açan başka bir etken de, çoğunlukla bırakılmış madenlerdeki asitlerin çevredeki akarsulara karışmasıdır.
Atık ısı. Sanayi tesislerinde, atıkların taşınması gibi işlevlerin yanı sıra soğutma amacıyla da büyük miktarda su kullanılır. Bu tesislerin başında elektrik enerjisi santralları gelmektedir. Yoğunlaştırıcıların soğutulması için doğal bir kaynaktan alınan su, sıcaklığı yaklaşık, 7ºC artmış olarak kaynağa geri boşaltılır. Nükleer santrallar, fosil yakıt kullanan aynı kapasitedeki santrallardan yaklaşık yüzde 50 daha çok su kullanır. Bu nedenle enerji santrallarının soğutulması, çevre kirlenmesinde son derece önemli rol oynayan etkenlerden biridir. Isıl kirlenme, biyolojik ve kimyasal tepkimeleri hızlandırır ve çözünmüş oksijen miktarının hızla azalmasına yol açar. Su sıcaklığı, balıkların yaşamasına olanak vermeyecek düzeye yükselebilir; bu durum, zararlı alglerin gelişmesine de ortam hazırlayarak besleyici madde atıkları gibi kirleticilerin etkisini çoğaltır. Sonuçta atık ısı, göllerdeki ötrofikasyonu hızlandırır.

TOPRAK KİRLENMESİ
Tarımsal ve mineral atıklar, yeryüzündeki toplam katı atıkların
önemli bir bölümünü oluşturmakla birlikte, kirletici olarak görece daha az zararlıdır. Bunun başlıca nedeni de, yerleşim bölgelerinden ve sanayiden kaynaklanan atıklar gibi belli noktalarda yoğunlaşmış olmayıp daha geniş alanlara yayılmalıdır.
Katı atıklar. Hayvan dışkısı, mezbahalardan ve her türlü ekin biçme etkinliğinden gelen atıklar, toprak kirlenmesinin en önemli kaynağıdır. Sığır, domuz, koyun ve tavuk gibi çiftlik hayvanları, toplam insan nüfusundan 1.000 kat daha çok dışkı üretir. Geçmişte, besin maddeleri, otlak yada çiftliklerdeki hayvanların aracılığıyla yeniden toprağa dönerken, günümüzde kullanılan yenilikler bu atıkların belli alanlarda yoğunlaşmasına neden olmaktadır.
Pek çok kimyasal madde içeren tarım ilaçlarının(örn.böcek öldürücüler, ot öldürücüler, mantar ilaçları) su ve toprak kirlenmesinde önemli payı vardır. Bunlar, besin zincirinde daha ileri organizmalara geçtikçe, her aşamada giderek artan oranda yoğunlaşır ve zincirin son halkasını oluşturan etçilere önemli zararlar verir. Yani, zararlı kimyasal maddeler, basit organizmalarda çok küçük miktarda bulunur, bu organizmalar daha karışık organizmalarca yendikçe yoğunlaşır; otçuları yiyen etçilere ulaştığında ise zararlı boyutlara varmıştır. Özellikle şahin, atmaca, kartal gibi yırtıcı kuşlarda ve pelikan karabatak gibi balıklarla beslenen kuşlarda zararlı ilaçlarının olumsuz etkileri gözlenmiştir. Hücrelerinde biriken DDT ve benzeri bileşikler bu canlıların üreme yeteneğini sınırlamaktadır. Örneğin dişilerin, üstünde kuluçkaya yatılamayacak biçimde yumuşak kabuklu yada kabuksuz yumurta vermesi sonucunda, Avrupa Japonya ve Kuzey Amerika’da bazı türlerin sayısında azalmalar olmuştur. Karadeniz Ereğlisi ile Trabzon arasındaki kıyılardan avlanan balıklar üzerinde yapılan araştırmalarda bu bölgede kullanılan zararlı ilaçların denize sığdığını ortaya koymuştur. Aynı kimyasal maddelerin memeliler üzerindeki etkisi ise henüz tam bilinmemektedir. Ama bazı araştırmalara göre DDT, denizlerdeki yaşamın tümüyle bağlı olduğu bitkisel planktonların üremesini azaltmaktadır.
Tarım ilaçlarının biyolojik etkileri üzerinde yapılan yeni araştırmalar, bu maddelerin zararlılar üzerindeki etkisinin giderek azaldığını ortaya çıkarmaktadır. Pek çok böcek türü bu maddelere bağışıklık kazanmış durumdadır; ayrıca kalıtım yoluyla sonraki kuşakların zehirli ilaçlara karşı direnci artmaktadır. Öte yandan bu kimyasal maddelerin sürekli olarak kullanılması, bazı bölgeler de önceden bulunmayan zararlı toplulukların türemesine yol açmıştır. Bunun başlıca nedeni, tarım ilaçlarının, otçul böcek nüfusunu denetim altında tutan etçil böcekleri yok etmesidir.
Aşınma sonucu biriken tortullar, toprağın bozulmasına ve suların bulanıklaşmasına yol açan bir başka etkendir. Tortul üretimi, orman ve tarım alanlarının kötü kullanımından kaynaklanan ve giderek boyutları büyüyen bir sorundur. Madencilik ve inşaat etkinlikleri de bu alanda rol oynar.
Mineral katı atıkların başlıca kaynağı, madencilik etkinlikleri ve ilgili sanayilerdir. Özellikle açık kömür işletmeciliğinin yol açtığı kirlenme, akarsuları ve akaçlama havzalarını etkilediği gibi, toprağın da kıraçlaşmasına yol açmaktadır.
Yerleşim bölgelerinden ve sanayi tesislerinden kaynaklanan katı atıklar arasında kağıt, besin maddeleri, metal, cam, tahta, plastik, kumaş, kauçuk ürünleri, deri ve çöp sayılabilir. Bu maddelerin bir bölümü açık çöp alanlarına
boşaltılır, bir bölümü çöp çukurlarına atılıp üstü kapatılır, bir bölümü ise fırınlarda yakılarak yok edilir. Geriye kalan küçük bir bölümü de rüzgarla taşınmaya yada çürümeye bırakılır yada başka biçimlerde değerlendirilir.

Çevre Koruma
Doğal kaynakların yada belli bir ekosistemdeki bütün çevrenin, yasal, kurumsal, bilimsel ve teknolojik düzenlemelerin de yardımıyla planlı biçimde korunması. 20. yüzyıl sonlarında, insanlığa erişebilen en yüksek yaşam düzeyini sağlama amacını içermeye başlamıştır.
Besin, su, hava, ısı gibi yaşamı sürdürmek için gerekli kaynaklar binlerce yıldır insanlar tarafından kullanılmaktadır. Ama günümüzde artan nüfus baskısı, gelişmiş teknoloji ve insanların artık yalnızca temel gereksinimlerin karşılanmasıyla yetinmeyip dinleme, eğlenme vb. etkinlikler için de yeterli alan ve kaynaklar istemesi, doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı arttırmıştır. Belli bir yaşam düzeyi sağlamak için tarımda ve bilimde gelişkin tekniklerin kullanılması gerekir. Doğal kaynakların gelecek için de korunması gerektiğinin bilincini taşıyan akılcı bir yaklaşımla bu kaynakların kullanımının denetlenmesi, doğadaki besin kaynaklarının tükenmemesini ve doğal çevrenin bozulup yok olmamasını sağlayacaktır.
İlk insanların çevreyi korumak için önlemler almasına gerek yoktu; zaten sayıları çok azdı ve teknolojileri de çevreye önemli bir zarar vermeyecek kadar kısıtlıydı. Çok sayıda insanı bir araya toplayan kentlerin gelişmesiyle çevre kirlenmesi gibi sorunlar da ortaya çıkmaya başladı. Antik Çağdan kalma buluntularda çevre kirlenmesine ilişkin kalıntılara rastlanır. Atinalılar ve Romalılar her türlü atığı kent dışında açılan çukurlara boşaltırdı. Tarihçelere göre, Roma’da görülen pek çok salgın hastalığın başlıca nedeni bu çukurlara cesetlerin de atılmasıydı. Ortaçağda kentlerin daha da gelişip karmaşıklaşmayla çevre kirlenmesi önemli boyutlara ulaşmaya başladı. Caddelere ve su yollarına çöp dökülmesini önlemek için çeşitli yasal önlemler alındı ve hava kirliliğine karşı ilk yasa 1273’te İngiltere’de çıkartıldı. Yaklaşık 1306’da Londra’da bir adam kömür yaktığı için idam edildi ve 1388’de Parlemento, hendeklere ve akarsulara çöp dökülmesini yasakladı. Ama ne çöp dökmeye, nede kömür yakmaya karşı getirilen yasal önlemler etkili olabildi. Çöpleri pencereden caddeye boşaltma alışkanlığı, ortaçağ ve Rönesans dönemi boyunca sürdü.
Sanayi Devrimi’yle birlikte, çevre kirlenmesinin etkileri de ilk kez kendini göstermeye başladı. O dönemin teknolojisi, dar alanlarda yoğunlaşmış sanayi tesislerinin yol açtığı kirlenme ve gürültüyü önlemeye yeterli değildi. Klorür, amonyak, karbon monoksit ve metan gibi hava kirleticilerin etkisiyle bronşit ve zatürree olayları artmaya başladı. Sanayi atıkları su kaynaklarında da kirlenmeye yol açtı. Sanayileşmenin ilk geliştiği ülkelerden İngiltere’de, 19. yüzyılın ortalarında, yoğun nüfuslu bölgelerdeki su kirlenmesi ciddi bir sorun durumuna gelmiştir. Bu dönemde Thames Irmağından yükselen kötü kokular Londralıların yaşamını oldukça güçleştiriyordu. Bu arada, su kaynaklarına boşaltılan sanayi atıkları pek çok kolera ve tifo salgınına neden oldu. 19. yüzyılda Avrupa’da, havayı kirleten,insan sağlığı için tehlike yaratan, gürültü yapan işletmelere karşı çeşitli cezalar da içeren önlemlerde uygulamaya kondu. Bunun ilk örneği, 15 Ekim 1810’da Fransa’da çıkartılan bir yasadır. İngiltere’de de, 1821’de buhar makinelerinin sağlığa zararlı etkilerini, 1857’de de hava kirlenmesini önlemek amacıyla bir yasa çıkarıldı. 1881’de de ABD’de, Chicago kentindeki yoğun hava kirliliğine karşı benzer bir yasa çıkartıldı.
20. yüzyılda sanayinin hızla gelişip yaygınlık kazanması, kentlerin büyümesi, yaygın motorlu taşıt kullanımı,nükleer enerji üretimi ve yeni kimyasal maddelerin, zararlı ilaçlarının ve plastiğin geliştirilmesiyle çevre kirlenmesi çok ciddi boyutlara ulaştı. Özellikle motorlu taşıtlar yüzünden, pek çok büyük kentte hastalık ve ölümlere yol açan aşırı hava kirliliği dönemleri
yaşandı. Aralık 1930’da Belçika’nın sanayi bölgelerinden Meuse Irmağı vadisinde 4 gün süren sis, 60 kişinin ölümünde ve yüzlerce insanın hastalanmasına yol açtı. 1950’ler ve 60’larda da çeşitli yerlerde benzer olaylar görüldü.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayideki gelişmenin büyük bir ivme kazanması çevre kirlenmesini arttırırken, çevre sorunlarına karşı duyarlığın ve ilginin de gelişmesine neden oldu. Batı Avrupa’da, çevrecilerin ve başka baskı gruplarının verdiği mücadeleler sonucunda pek çok siyasal parti çevre sorunlarını da programına almak zorunda kaldı, bu konuda yasalar çıkartıldı ve kamuoyunda çevre kirlenmesine karşı duyarlık gelişmeye başladı. 1970’lere değin çeşitli ülkelerde, hava kirlenmesini önlemeye yönelik pek çok yasa çıkarıldı. 1972’de Stockholm’de toplanan Dünya Çevre Sorunları Konferansı’nda sulardaki kirlenmeye ağırlık verildi; Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 19 Mayıs 1972’de kabul ettiği Avrupa Toprak Antlaşması da su ve toprak kirlenmesinin önlenmesine yönelik hükümler içeriyordu. İtalya’da 21 Kasım 1984’te çıkartılan ve Ocak 1991^de yürürlüğe giren yasa ile doğanın yok edemeyeceği malzemelerle üretilmiş olan ambalaj ve paketleme yasaklandı. Böylece, uzun vadede çevre kirlenmesinin başlıca öğelerinden biri olan plastik ürünlerine karşı önlem alındı. Çevre koruma çalışmalarının bakanlıklar düzeyinde örgütlü biçimde yürütülmesi, Hollanda, Belçika, Avusturya ve Almanya’da Sağlık Bakanlığı içinde; Kanada, İsveç ve Japonya’da Tarım Bakanlığı, Orman Bakanlığı ve benzeri bakanlıklarda; Türkiye, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde ise yalnız çevre sorunlarına ayrılmış bakanlıklarda gerçekleştirilir.
Osmanlı döneminde, 19. yüzyılda tarihsel ve kültürel varlıkların korunmasına ilişkin çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı ve gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet dönemlerinde çevre sorunları benzer yasalar içinde ele alındı. Doğrudan doğal çevrenin korunmasına yönelik ilk düzenleme 9 Ağustos 1983 tarihli Çevre Kanunu’dur. Daha önceki Belediye Kanunu ve Hıfzıssıhha Kanunu’nda da çevre korumasına ilişkin hükümler yer almakla birlikte, bunlar dağınık ve yetersizdi. Çevre Kanunu, çevre koruma alanında ilke ve hedefleri belirleyecek, bu konudaki plan ve programları inceleyip onaylayacak ve eşgüdüm sağlayacak bir Yüksek Çevre Kurulu ile doğrudan başbakanlığa bağlı Çevre Müsteşarlığı ve iller düzeyindeki Mahalli Çevre kurulları öngörüyordu. Çevre Müsteşarlığı, 8 Haziran 1984 tarihli kanun hükmünde kararnameyle Çevre Genel Müdürlüğü adını aldı. Kasım 1989’da Başbakanlık Özel Çevre Koruma Kurul Başkanlığı, Ağustos 1991’de Çevre Bakanlığı kuruldu.
903 sayılı kanun hükümlerine göre 1 Şubat 1978’de Ankara’da kurulan Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, ülkede çevre sorunlarıyla ilgili araştırma, yayın, kamuoyu eğitim gibi çalışmaları yürüten en etkili gönüllü kuruluştur. Türkiye’nin çevre sorunlarının dökümünü yapan, Çevre Kanunu’nu hazırlayan nüfus-çevre-ekonomi-ekoloji ilişkileri üzerine konferanslar ve yarışmalar düzenleyen vakıf, kuruluşundan bu yana geçen sürede elli kitap çıkartarak Türkiye’de çevre konusundaki yayın eksikliğini de gidermeye çalışmıştır.
Çevre Kanunu’nun içerdiği en önemli ilkeler şunlardır;
1) Çevrenin korunması hedefine ulaşmak için alınacak önlemler kalkınma çabalarını olumsuz yönde etkilememelidir.
2) Çevre kirlenmesinin önlenmesi, sınırlandırılması ve kirlenmeyle mücadele için yapılacak harcamalar kirleten tarafından karşılanır(kirleten öder ilkesi).
3) Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenlerin neden oldukları zararlardan dolayı sorunlu tutulabilmeleri için kusurlu olmaları koşulu aranmaz. Kirletme yasağını(m.8) çiğneyenler için o yerin en büyük mülki amiri tarafından verilecek ağır para cezaları öngörülmüştür(m.20-23). 1990’da çıkarılan Kıyı Kanunu da kıyıların korunmasını öngören hükümler içermektedir.

Türkiye’de, sanayi ve kentleşmede hatalı yer seçimi, çevre sorunları konusunda bilgi eksikliği ve birçok somut örneğe karşın konunun yeterince önemsenmeyişi çevre sorunlarını arttırmaktadır. Başlangıçta ağırlıklı olarak hava kirliliği çerçevesinde gündeme gelen çevre sorunlarının öbür boyutlarının da git gide önem kazanması sonucunda 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak çevre koruma sorunu sıkça gündeme gelmiş ve kamuoyunun duyarlılığı gitgide artmıştır. Yurttaşların kendi girişimleriyle oluşan gönüllü çevreci hareketlerin elde ettiği başarılardan biri, Gökova’da planlanan termik santralın yapımının, büyük çevre kirliliğine yol açacağı gerekçesiyle 1991 sonunda hükümet tarafından durdurulmasıdır.
1980’lerde gerçekleşen ve uzun vadeli etkileri olan bazı önemli olaylar da, çevre korumanın ne kadar ciddi ve acil biçimde ele alınması gerektiğini bir kez daha gösterdi. Bunlardan bazıları, 1984’te Hindistan’daki Bhopal’da ABD şirketi Union Carbide Corporation’a bağlı bir böcek ilacı fabrikasından yaklaşık 45 ton metil izosiyanat gazının çevreye yayılması, 1986’da SSCB’deki Çernobil Nükleer Santralı’nda gerçekleşen ve 30’u aşkın ölümün yanı sıra zaman içinde pek çok kanser olayına yol açacağı sanılan kaza, 1987’de Sandoz ilaç fabrikasından sızan kimyasal maddelerin Ren ırmağındaki canlıların yok olmasına ve ırmağın yıllarca temizlenemeyecek biçimde kirlenmesine neden olması, gene aynı yıl çeşitli sanayi ürünlerinde kullanılan kloroflüorokarbonların atmosferdeki ozon tabakasının incelenmesine yol açtığının belirlenmesi ve atmosferde biriken gazların bir tür “sera etkisi”
göstererek bütün gezegende sıcaklığın yükselmesine neden olduğunun saptanmasıdır.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |