|
Toplum yaşamının oluşumunu, koşullarını, işleyişini değişimini objektif bir şekilde sosyal bütünlük içerisinde inceleyen bilim dalı olarak bilinen sosyoloji; en genel anlamda, toplum içinde yer alan sosyal grupları, sosyal sınıfları, ekonomik, politik, sosyal, dinsel, ve hukuksal kurumları; nüfusu, örf, adet, değer norm ve inançları tüm bunlar arasındaki karşılıklı ilişkileri tüm bu unsurlardaki değişmeleri inceler ve açıklamaya çalışır. Bunlara ilaveten sosyolojinin içerdiği bilgi oldukça geniş ve farklılaşmış fenomenler alanının geniş bir bölümünü kapsar. Örneğin;aileler, kilise, cami ve mezhepler, yerel ve siyasal birlikler, yerel etnik ve ulusal topluluklar vb. gibi kurumlar içerisinde bireylerin davranışları gibi bireyler arasındaki ilişkilerin kalıpları, kurumlar ve toplulukların işleyişinde yapının ve otoritenin rolü, topluluk ve kurumların gelir ve statü veya saygı ile ilgileri, toplumların tabakalaşması, bireylerin eylemlerinde ve toplulukların, kurumların ve toplumların işleyişinde bilişsel ve normatif inançların rolü gibi... JOHN LOCKE (1632-1704) Yaşamının ergin dönemini 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, felsefi ve siyasal yapıtlarını bu yüzyılın sonlarına doğru vermiş olan bir İngiliz filozofudur. 18. yüzyıl içerisinde sadece dört yıl yaşamış olmakla birlikte fikirlerinin ileriliği ve niteliğiyle Aydınlanma çağı düşünürlerinden sayılmıştır. Locke`un genel felsefesi epistemoloji (bilgi kuramı) alanında-ön kabullenmeleri doğuran -bilgilerimizin deney- öncesi (a-priori) olduğunu kabul eden feodal aristokratik söylemin dogmatik tutumunun yadsınmasına dayanır. Skolastik felsefenin bilgilerin kaynağını kitabı Mukaddesteki dogmalar olarak kabul edişine karşı Locke bilgilerimizi gözlemlerimize, duyularımıza yani deneye dayandırır. Ayrıca zihnimizde doğuştan getirdiğimiz bilgilerinde varolduğunu söyleyenleri eleştirir ve insan zihninin başlangıçta boş bir beyazkağıt (tabula rasa) gibi olduğunu ve deneyimle dolduğunu söyler. John Locke insan zihninde doğuştan gelen bilgilerin olmadığını söylemekle birlikte mutluluğa, iyiye gelen bilgilerin olmadığını söylemekle birlikte mutluluğa, iyiye yönelip acıdan kaçma duygularının doğuştan geldiğini söyler ve ahlak felsefesini, herkesin kendi zevkleri ve mutluluğu peşinde koşması gerektiği ilkesine dayandırır ki bu görüşle de "laissez faire" (bırakın yapsınlar) felsefesinin toBilgilerimizin deney ile elde edildiğini öne süren John Locke uygar toplum öncesinde doğa durumunda yaşadıklarını kabul ettiği insanların, eşitliliğin, özgürlüğün ve mutlu bir hayatın egemen olduğu bu doğa durumunu akıllara Tanrı tarafından yerleştirilmiş bir doğa yasası ile sürdürdüklerini söyler. İnsanların birbirlerine zarar vermemelerini sağlayan ve yaşama hakkı, özgürlük vb. doğal hakların korunmasına hizmet eden bu yasanın bir duygu değil bilgi olması Locke`un genel felsefesiyle siyaset felsefesi arasındaki çelişkilerden biridir: bir taraftan tüm bilgilerimizin kaynağının deneyim olduğunu söylemekte diğer taraftan siyaset felsefesinde Tanrının insan beynine kondurduğu bir bilgi olan doğa yasasından söz etmektedir. Yine, genel felsefesine göre bilgilerimizi deneyimden elde ettiğimiz Locke bahis siyaset felsefesi olunca hangi deneyimden çıkardığını ve hangi tarihsel belgeyle kanıtladığını anlayamadığımız bir "toplum sözleşmesi"nden söz etmekte, doğa durumundan uygar topluma geçişi sağlayan -ve doğa durumundaki insanlar arasında kolayca savaş durumuna yol açabilecek olan "saldırganı yargılama ve cezalandırma hakkı"na herkesin sahip oluşu ilkesinin doğurduğu kargaşalardan kurtulma çabasıyla düzenlenen- bir sosyal sözleşmenin varlığı iddiasını taşımaktadır. Locke, kralların adem soyundan geldiklerini ve bu yüzden de, kalıtımsal bir tanrısal hak elde ettiklerini söyleyenlere, Adem`in soy çizgisinin çoktan yitmiş olduğunu söyler. Yönetimin kaynağının tanrısal hak değil halk olduğunu, insanların doğa durumundan uygar topluma geçişlerini sağlayan bir toplum sözleşmesi yapmış olduklarını kabul ederek kanıtlayamaya çalışır bu sözleşmenin tarihsel gerçekliğine dair bir kanıtlama çabasına girişmez. "bu durumu ile Locke`un sözleşme kuramı, İngiltere`deki anayasal (parlamenter) monarşinin yasallığını savunan ve kendinin siyasal görüşlerini ortaya dökmekte yararlandığı hukuksal bir fiksiyondur (yapıntıdır, uydurudur MONTESQUIEU (1689-1755) Fransız düşünürü Aydınlanma çağı düşünürlerinden Charles de Secondant de Montesquieu, mutlak monarşi karşısında aristokrasininin geleneksel haklarının ve çıkarlarının savunuculuğunu yapmıştır. Montesquieu`nun siyaset kuramının aristokrasinin çıkarları üzerine ustalıkla kurulduğunu, bir başka deyişle aristokrasinin kazanımlarını korunması gerekliliği doğal ve zorunlu sonucuna ulaşmayı kaçınılmaz kıldığını söyleyebiliriz. Montesquieu, siyaset kuramında Locke ve Rousseau gibi spekülatif bir "doğa durumu" "doğa yasası" ve uygar topluma geçişi sağlayan bir "toplum sözleşmesi" iddiasından uzaktır ve siyasal düzenlerin ortaya çıkışını, siyasal kurumların biçimlenmesini iklimsel, çevresel, geleneksel, maddi ve tinsel birçok nedene bağlamaktadır. Siyasal sistemlerin oluşumu, siyasi, sosyal ve ekonomik kurumların varlaşması konusunda, siyasal düşüncelerinde iklim ve çevresel koşullara yaptığı vurgu, siyaset kurumunun en önemli noktalarından olup, bu koşulların belirleyiciliği iddiası üzeriden, evrensel, her ülkeye uygunluk durumu içinde bulunabilecek bir sosyo-ekonomik sistemin geçerli olamayacağını, her ülkenin kendi koşullarını değerlendirerek, kendine uygun ve özgün bir sistem bulması gerektiğini söylemektedir. Montesquieu`nun "kuvvetler ayrımı" ilkesi, 19 ve 20. yüzyıl burjuva liberal devlet kuramının klasik bir örneğini oluşturmuştur. Montesquieu, kuvvetler ayrımı fikrini 1748 tarihinde yayınlanan Yasaların Ruhu, adlı yapıtında işlemiştir BİR YAZI BİLİM OLARAK SOSYOLOJİ Maurice Duverger Sosyolojinin gelişimi, toplumsal olayların da doğa bilimlerinin kullandığı yöntemlerle incelenebileceği temel düşüncesine bağlıdır. Comte`un başlangıçta kullandığı "toplumsal fizik" adının olsun, toplumsal olayları "birer nesne gibi" ele almak gerektiğini söyleyen Durkheim`in formülünün olsun, kökeninde bu yatar. O dönemde sosyolojinin, doğa bilimleri gibi, olayları olduğu gibi betimleyebildiği ve böylece, "değer yargıları" yerine, "gerçek yargıları" geliştirebildiği oranda bir bilim olduğuna inanılmaktaydı. Bu tutum, gerçek bir düşünsel devrim oluşturmuştur. Daha önceleri, birkaç ender olağan dışı kişi bir yana bırakılırsa `Aristo, Makyavel, Jean Bodin ve özellikle Montesquieu) toplumsal olgular, esas olarak felsefi ve ahlaki açıdan incelenmekteydi. Toplumun ne olduğu değil de, insan doğasına ve insan yaşantısının amacına, v.d. ilişkin dinsel ve fizik ötesi birtakım inançlara göre toplumun ne olması gerektiği tanımlanmaya çalışılmakta yani değer yargılarına varılmaktaydı. İnsan ve toplumun, "birer nesne gibi" bilimsel şekilde incelenebileceği düşüncesi bile, kutsal şeylere karşı bir saygısızlık olarak görülmekteydi. Gerçekten de toplum bilimi düşüncesi ile insan özgürlüğü arasında mutlak bir çelişki olduğu kabul edilmekteydi. Bilim kavramı o zamanlar, kesin bir gerekirciliğe (determinizm) dayandırılmıştı. Buna göre bir A öncülü her zaman bir B sonucu verecekti ve zaten bilimsel yasa da ikisi arasındaki bu bağlantıda ifadesini bulacaktı. Bu, B`nin kaçınılmaz şekilde A`yı izlemesini engelleyecek herhangi bir gücün araya girmeyeceğini varsaymaktadır. Bu anlamda sosyolojik yasa kavramı, insanın özgür olmadığını kabul eder. Özgürlük kavramı, geleneksel gerekenciliğe karşıdır. Özgür olmak, kendi kendini, hiç değilse kısmen belirleme olanağına sahip olmak yani bütünüyle dışardan belirlenmiş olmamak demektir. O halde geçen yüzyılın bilim adamları, toplum bilimlerinin varlığını olanaklı kılmak için tümüyle aldatıcı saydıkları insan özgürlüğünü yadsıma yolunu seçmekteydiler. Bu şekilde bitmez tükenmez birtakım felsefi tartışmalara girişilmekteydi. Bugün bunlar aşılmıştır. Artık gerekircilik bundan çok farklı bir biçimde, istatistik bir gerekircilik olarak anlaşılmaktadır. Bu, özgürlük kavramını yadsımaz; yalnızca, somut koşulların olası sonuçlarını ifade eder ki özgürlük, bu koşullar içerisinde kullanılabilir. Parislilerin % 60`ının 15 Ağustosta başkenti boşalttıklarını söylemek Parislilerin her birinin o gün kentte kalmak ya da uzaklaşmak özgürlüğünü sınırlamamaktadır. Bu istatistik gözlem yalnızca, toplumsal alışkınlıkların Parislileri 15 Ağustosta Paris`ten kaçmaya zorladığını ve insan istemlerinin içerisinde belirlendiği toplu koşullarda bir değişme olmadığı takdirde % 60`ının bu daha yüksek eğilime karşı çıkmak yerine onu izlemeyi seçme olasılığının daha yüksek olduğunu söylemektedir. istatistik gerekircilik, olasılık terimleriyle toplu davranışları ifade ettiğinden, bu toplulukları oluşturan bireylerin belli özgürlüklere sahip olduklarını göz önünde bulundurmaktadır. İstatistik gerekircilik ilkin, toplum bilimlerine temel olmuştur, sonradan fizik bilimlere de az çok yayılmıştır. Artık burada da A unsurunun mutlak bir B unsurunun ortaya çıkmasına yol açtığı söylenilmemekte, A`nın ardında B`nin görülme olasılığının şu ya da bu kadar olduğu söylenilmektedir. Çoğu durumda bu olasılık oldukça yüksektir ve karşıt olasılık hemen hemen yok gibidir. Yine de atom düzeyinde durum biraz farklılık gösterir. Şöyle ki, burada bi A faktörünün ardından, her biri de bir hayli yüksek olasılıkla (B, C, D, E) gibi birçok hipotezin gerçekleşmesi mümkündür. Böylece bugün XIX. y.y. sonuna göre, fizik ve toplum bilimleri karşılaştırmasına değin görüşler tersine dönmüştür. Eskiden, toplum bilimleri, o zaman mutlak kabul edilen fizik gerekirciliğin bulunduğu varsayılarak, fizik bilimlere göre düzelenmekteydi. Bugün ise fizik gerekirciliğin toplum bilimlerinin örneğini verdiği istatistik gerekircilik görüntüsüne uygun biçimde göreceli (relatif) olduğu kabul edilmektedir.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|