Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: GENEL
    Konu: Tuz


Şiir “Gök Kubbesi”nin coşkulu, çağıltılı ve bilge sesi Yahya Kemal, Vuslat adli yapıtının mısralarında diyor ki:
“Kanmaz en uzun buseye, öptükçe susuzdur,
Zira susatan zevk o dudaklardaki tuzdur;
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan.
Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan.”
Aşka tuzu ancak Yahya Kemal gibi bir büyük şair böylesi bir ustalıkla katabilirdi. Yarin dudağındaki o bastan çıkarıcı, o doyumsuz arzu ve zevklerin anahtarı bir nebze tuzu hayatımızdan çıkarıp atsak büyük harfli insandan geriye herhalde fazla bir şey kalmazdı. Aşımıza da, aşkımıza da tat veren hep o. Ya da tümden tadımızı kaçıran Hem de su dünyaya geldiğimizden bu yana. Tuz, yer küresini paylasan tüm canlıların, özellikle de biz insanların şiddetle ihtiyacı olan bir mineral. Her ne kadar bir keçi gibi dağlarda durmadan kaya tuzu yalamıyorsak da, onsuz bir hayat bizler için de düşünülemez.
Adi eski cağlardan bu yana ekmekle, yani insanlığın en temel gıdasıyla birlikte anılan tuz, bütün toplumlarda vazgeçilmez bir unsur olmuş. Eski Ahitte
“Rabbin önünde ebedi tuz ahdidir,” sözleri geçer. Yeni Ahitte ise “Toprağın tuzu, Yaratan’ın öyküsünü anlatsın,” denir. Yeni evlenen çiftler Hıristiyanlıkta şarap, ekmek ve tuzla kutsanırlar. Pek çok dilde tuzla insan ilişkisi üzerine kurulmuş deyimler kullanılır. Örneğin Yunanlılar “Tuza karşı günah isleme,” derler, İranlılar ise “Tuza ihanet etme.” Bizdekilere gelince, neredeyse saymakla bitmeyecek kadar çok tuzlu deyimlerimiz ve adetlerimiz.
Hangimiz koyu bir bezginlik ve mutsuzluk anında “Artık benim için hayatin tadı tuzu kalmadı,” dememiştir? Ya da sabrımızı taşıran bir durumda “Bu da Artık tuz biber ekti” Olumlu bir ise katkı yapanların soylu tevazularının sembol kelimeleridir “Çorbada tuzum bulunsun.” Çarşıya pazara çıkıp da kasıp kavuran pahalılıkla çarpılanlar bir yandan başlarını iki yana sallar, bir yandan
“Amma da tuzluymuş,” derler. Kalkışılan bir işin, ya da alış verişin umulandan daha fazla maddi yük getirmesi durumunda da hemen “Tuzluya patladı, “ denir. “Tuzu kuru olan”ların hayatlarına kimi zaman gıptayla bakılır, kimi zaman da
“Tuzsuz asim, dertsiz başım,” sözlerinde bir avuntu aranır.
Kazayla elden düşürülen cam vazo kırılır, bin parçaya bölünür ve “Tuzla buz olur.” Sevgilinin ihanetiyle karşılaşan yürek de Gönül yarasını unutmaya çalışana sakin hatırlatmayın o eski günleri, yoksa “Yarasına tuz basmış” olursunuz. Gençler şakalaşırken “Tuzlayayım da kokma,” diye kıkırdaşır. Huysuz kaynanalar, önlerindeki tabağı “Ya benim, ya da bunun tadı tuzu yok,” diye iterler. Yolsuzluklar ayyuka çıktığında ve bu yolsuzluklar beklenmedik irtifalara ulaştığında, yaşını başını almış büyükler, “Et kokarsa tuz basarsın, ya tuz da kokarsa?” diye mırıldanırlar.
Anadolu’nun bazı yörelerinde hala tuz aracılığıyla duygu ve düşünceler ifade edilir. Genç kızlar yemeğin tuzunu kasıtlı olarak kaçırarak evlenme arzularını açığa vururlar. Kimi dağ köylerinde konuğa ilk ikram biraz tuz, biraz biber ve bir dilim ekmektir.
Ne de olsa “Tuzla biber hızlı gider.” Hamile bir kadının başına belli etmeden tuz serpilirse doğacak bebeğin cinsiyetini tespit için hiçbir modern tıbbı cihaza gerek kalmayabilir. Nasılsa anne adayı burnunu ellerse oğlu, ağzını ellerse kızı olacak demektir. Tuzun yararları saymakla bitmez. Eğer kem gözlerden korkuyorsanız yine tuza başvurun. Bir avuç tuzu başınızdan söyle bir geçirip ateşe atıverin. Göreceksiniz nasıl da turuncu alevlerle çatır çatır yanacaktır o tuz. İçiniz rahat olsun, artık uzun süre nazara gelmezsiniz.
Hayatimizin ayrılmaz bir parçası olan tuz, neyse ki dünyamızda bol bol var. Denizler, göller, kayalar. Türkiye de tuz kaynakları açısından çok zengin. Yani sofralarımızın tuzsuz kalması tehlikesi yok. Üstelik artık yanında başka bir arkadaşı daha var: İyot. Yaklaşık iki yıl önce alınan bir kararla Gıda Kodeksi çerçevesinde Türkiye’de iyotsuz sofra tuzlarının satışı tamamen yasaklandı. Bunun gerekçesi Türk tüketicilerinin zeka düzeyini 8 puan yükseltmekti. Bu kararı uygulamayan tuz üreticileri ve satıcılarına ise altı milyar lira ceza uygun görülmüştü. Doğrusu sekiz puanlık bir toplumsal zeka artısı için çok daha fazlası bile değer.
Bir insan, iyotlu ya da iyotsuz günde ortalama dokuz gram tuz tüketiyormuş, oysa vücudumuzun günlük gereksinimi sadece iki gram. Yani
yarim cay kaşığı kadar. Daha fazlasının zararı üzerine her gün bir yığın haberle karşılaşıyoruz. Böylesine elzem bir maddenin fazla kullanımının yol açabileceği hastalıkların listesi gerçekten de herkesi dehşete düşürecek ölçeklerde. Görme bozuklukları, böbrek yetmezliği, kalp ve damar hastalıkları, felç, kanser. Oysa kütür kütür bir salatalık tursusu, ya da üzeri incecik kıyılmış dereotuyla süslü bir küçük tabak tuzlu balıktan vazgeçmek hiç de kolay değil. Neyse ki arada bir iyi haberler de duyuyoruz. Time dergisi, geçtiğimiz yıl Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırmanın sonuçlarını yayınlayarak yüreklerimize su serpti. Sahanda yumurta fotoğrafıyla verilen haberde şimdiye kadar uzmanların kara listeye aldıkları yumurta, margarin ve tuzun aklandığı, sanıldığı kadar zararlı olmadıkları müjdesi veriliyordu. Medya yoluyla sağlığımızı yönlendirmek çok kolay bir yöntem gibi görünse de, aslında son derecede zor ve hatta akil karıştırıcı. Birbirinin neredeyse tam aksi bir yığın tez Ve çoğu da bizim tuzla ilgili. Ama seyrek de olsa, sağlık dışında haberlere de konu olabiliyor tuz.
Bunlardan birinde Polonya’da, Krakow yakınlarındaki 700 yıllık Wieliczka tuz madeninden söz ediliyordu. Burası yerin 64 metre altından başlayıp 327 metre altına kadar uzanan 2040 galeriden ve uzunluğu 200 kilometreyi bulan dehlizlerden oluşuyormuş. Unesco desteğiyle maden koruma altına alınmış. Wieliczka’nin böyle uluslararası bir projeyle korunmasının nedeni ise büyüklüğü değil. Bu çok eski tuz madenini asil ilginç ve değerli kılan içindeki tuzdan heykeller. Madencilerin eski bir efsaneye dayanarak tuzdan yaptıkları rölyefler, heykeller ve sapeller. Efsaneye göre, yedi yüzyıl önce Polonya’ya gelin gelen Bizans imparatorunun torunu Kinga buralarda tuz olmadığını duyunca çeyizine bir avuç tuz atarak yola çıkmış. Ve ilahi bir ses Wieliczka’dan geçerken ona durmasını söylemiş, prenses atından inmiş, toprağı kazmış, tuz madenini bulmuş.
Kinga, Polonya’da yüzyıllardır tuz madencilerinin azizesi olarak kabul ediliyor. Madenin her yani onun adına yapılmış heykellerle dolu. Bunu ilk başlatan ise gecen yüzyılın sonunda yaşamış olan madenci Markowski. Yeni Ahit’teki “Toprağın tuzu, Yaratan’ın öyküsünü anlatsın” sözlerinden yola çıkarak madenin her yanını dini ağırlıklı yapıtlarla donatmış Markowski. Onun ölümünden sonra da başka madenciler tuzdan heykeller yapmayı sürdürmüş. Ama ne yazık ki içeriye pompalanan nem yüzünden tuzdan heykellerde “Tuz çiçeği” adi verilen kabarcıklar oluşuyormuş, yani tuzdan heykellerde “Tuz çiçekleri” açmaya başlıyormuş. Ve sonra da erime. Böylesine tuhaf, tuhaf olduğu kadar da çekici ve özgün bir “maden-müze”nin yok olmasını engellemek için karar verilmiş koruma projesine. Kurulan dev bir klima sistemiyle bu tuzdan sanat eserleri kurtarılmış. Simdi yerin 101 metre altındaki dev Kinga Sapeli’nde ayin bile yapılıyormuş ve madeni gezenlerin sayısı bu yıl 200000’i aşmış.
Polonya’dan doğuya doğru, Asya’yı aşıp da Japonya’ya geldiğimizde görüyoruz ki örf ve adetler, üretim ve tüketim biçimleri ne kadar değişirse değişsin tuz önemini asla yitirmiyor. Dört bir yanlarını saran tuzlu denizlerden ötürü mü nedir bilinmez, onlar da tuza neredeyse kutsal bir yığın anlam yüklemişler, pek çok törende sıkça tuz kullanıyorlar. Bunların en ilginçlerinden biri geleneksel Sumo güreşlerinde, güreşçinin oyuna başlamadan önce seyircilerin üzerine bir avuç tuz savurması. Bu sahnenin büyüleyici güzellikte bir fotoğrafını gördüm. Salonu aydınlatan spotların ışığı altında incecik kristallerin neredeyse her biri birer gökkuşağı oluşturmuştu, bir avuç tuz bin bir renge boyalı bir gizemli bulut gibi dağılmıştı havada. Bu ritüelin anlamını ne yazık ki öğrenemedim, ama sanırım dünyanın başka yerlerindeki insanların tuzdan beklediklerinden farksızdır Japonların da ondan beklediği: Bolluk ve bereket.
Ama tuzdan daha somut beklentileri olanlar da var tarihte. Örneğin pasif direnişin babası, ünlü Hintli lider Mahatma Gandi, 1930 yılının Mart ayında Kongre Partisinin başkanı olarak, toplumun en alt kesimleri üzerinde ağır bir ekonomik yük oluşturan tuz vergisine karşı büyük bir direniş kampanyası açmıştı. direniş sırasında yaklaşık altmış bin kişi tutuklanmış ve hareket kısa zamanda İngilizlere karşı bir ulusal bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştü. Tuz da bir özgürlük sembolüne…
Özgürlüğü “Tuzluya gelen” Hindistan’dan hemen komşusu Pakistan’a geçildiğinde tuz belki de insanin aklına heybeti getirir. Çünkü Pencap’ta, İndus ve Cihelum ırmaklarının arasındaki vadide upuzun, başı dumanlı bir dağ silsilesi uzanır. Bunlar adini yöredeki zengin tuz yataklarından alan Tuz Sıradağlarıdır.
Bizim 1500 kilometre karelik Tuz gölümüz ise dümdüzdür Anadolu’nun ortasında, denizden 905 metre yüksektedir, ama bunu hiç belli etmez. Hele de yaz gelince göl olduğu bile anlaşılmaz, sapsarı ve kavurucu günesin altında kurur gider suları cağlar önceki adıyla Tatta gölünün. Yerde sadece otuz santimlik kirli beyaz bir tuzdan kabuk kalır. Gölün doğu kıyıları boyunca uzanan, İstanbul ve Adana’yı Ankara üzerinden kavuşturan ünlü E-5’te, o adi kötüye çıkmış, çileli, kapkara asfaltta gece demeden gündüz demeden traktörler, kamyonlar, otobüsler gider gelir. Ve nice yolcu. Japonya’daki Sumo güreşçisinin seyircilerin üzerine attığı bir avuç tuz kadar renkli ışıklar saçmasa da, arada bir söyle sürprizli bir göz kırpış gibi dolaşır günün son ışıkları oralarda da. Tuz, ben buradayım, der adeta fısıltıyla.
Tuz, diye lafa başlayınca insan arkasını getiremeyeceğini sanıyor, oysa başlayınca da bir türlü bitiremiyor. İnsanlık kadar eski bir lezzet tuz hayatımızda, az ya da çok, ama hep olması gereken bir şey. Bir mucize. Deriyi yumuşatarak sert rüzgarlara, soğuğa, yağmura, çamura karşı kendimizi korumamızı sağlayan da o; dalından koptuğunda zehir zıkkım olan zeytinin acısını alarak onu Akdeniz mutfağının ecesi yapan da o.
Doğrusu tuzsuz bir sofrayı düşünemiyorum. Daha masaya oturur oturmaz eli tuzluğa gidenlerdenim ben. Tuzluklar. Ait olduğu yerin kimlik kartı gibi duran tuzluklar. Plastik, tahta, gümüş, hatta altın tuzluklar, tuzluk niyetine kullanılan cay tabakları. Siyahlaşmış bıçak izleriyle kaplı yıpranmış muşambaların; cinayet, aşk, futbol haberleriyle dolu gazete sayfalarının; kenarı dantelli, kolalanmış beyaz keten örtülerin üzerindeki tuzluklar. Ve ona uzanan eller. Kadın elleri, çocuk elleri, erkek elleri. yıpranmış eller, bakımlı eller, titreyen eller, güçlü eller. Kırık tırnaklar, ojeli tırnaklar, yenile yenile adeta bitirilmiş tırnaklar. Yüzükler, bilezikler, bileğe sarılmış tespihler. Domatesle kalenderliği, yeşil erikle yaramazlığı paylaşır tuz. Kuru soğanın üzerinde mütevekkil, bifteğin üzerinde bir parça muzaffer durur. Sofralar ve çevresindeki insanlar ne kadar değişirse değişsin onun yeri hiç değişmiyor.
Azı karar çoğu zarar, derler tuzun.
Ben de diyorum ki; hayatimizin tadı bol, tuzu kıvamında olsun. Islak gözyaşından tanımasın onu çocuklarımız. Tüm İnsanlık paylaşsın "Tuzun kuruluğunu."
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |