Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: DİN
    Konu: Mevlânâ Celâleddîn Rûmî


Asıl adı Muhammed olan Celâleddîn’in daha yaygın unvânı
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’dir. Bu unvandaki Mevlâ efendi; Mevlâna ise efendimiz demektir. Ona Rûmî denilişi,sanat,iman ve düşünüş hayatının,o asırlarda diyâr-ı Rûm diye anılan Anadolu’da geçmiş ve bu yurtta ebedileşmiş olmasındandır.
Çoğu yerde,kısaca,Mevlânâ diye tebcil edilen bu büyük ve vecidli şair,önce Yakın Doğu’da; sonraları, Doğuda Batı da derin akisler uyandıran büyük bir sanat, bir duyuş, düşünüş ve inanış cereyanının coşkun kaynağıdır.
30 Eylül 1027 de Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Vefatı,Konya’da 17 Aralık 1273 dedir.Mevlânâ’nın babası Harzemşahlar ülkesinin büyük alim ve sofîlerinden Sultanü’l-ulema Bahaeddin Veled’dir. Annesi,Harzemşahlar ailesine mensup olduğu bildirilen Mü’mine Hatundur.
Harzem’de,alimlerin sultanı rütbesini kazanan Bahaeddin Veled,ilim adamları yetiştirmekle tanınmış bir aileye mensuptu.Kendisi de büyük bir İslam alimi,sünni inanışlara kuvvetle bağlı bir İslami ilimler müderrisiy’di. İlim kadar irfanı da üstün olan Bahaeddin,aynı zamanlarda sôfîliğinde yücelerine varmış bir panteist’ti. Onun Maârif adlı eserinde tek ve mutlak varlık olan Allah’a varma yolundaki duyuş,düşünüş ve heyecanları vardır.
Ancak,Mehmed Harzemşahın hocası Fahreddin Razi’nin;aralarındaki ilim ve mezhep rekabeti yüzünden;devrin hükümdarını Bahaeddin Veled aleyhine “döndürmesi” veya daha kuvvetli bir ihtimalle Harzemşahlar ülkesine bir kan ve ateş seli ile halinde yaklaşan Moğol istilası dolayısıyladır ki Mevlânânın babası,Moğolların Harzem’e girmelerinden bir müddet evvel,karısı ve iki oğluyla birlikte Belh’den ayrılmıştır.
Aile,önce Hicaz’a gitmiş,oradan Şam’a gelmiş,oradan da Larende’ye gelerek burada yedi sene kalmıştır.Nihayet Rum (Anadolu) Selçuk Hükümdarı,Sultan Alâeddin’in daveti üzerine Konya’ya gelen Sultanül’l ulema, burada yerleşmiş ve burada verdiği vaazlarla gerek saray çevresinde gerekse halk üzerinde büyük saygı ve sevgi uyandırmıştır.
Mevlânâ Celâleddîn,İslamın büyüklüğünü,İslam ilimlerini ve diğer ilim dallarını önce babasından öğrendi.12 Ocak 1231 de vefat eden babasının yerine fetva ve vaaz verecek kadar sağlam ve yüksek bir bilgi seviyesine ulaştı.Bununla beraber,babasının ölümünden sonra,daha dokuz yıl,Bahaeddin’in eski bir talebesi olan Seyyid Burhaneddin Tirmizi’nin yanında bilgisini arttırmağa çalıştı. Bu ikinci hocası,Mevlânâ’ya babası babası Bahaeddin’in aklı ve nakli bilgilerden başka,duygu ve sezgi temeline dayanan bir “irfan” sahibi olduğunu haber vererek ona sofîlik telkinlerinde bulundu; onu kendi müritleri arasına aldı.
Celâleddîn,esasen babasının Maârif adlı eserini okuyarak tasavvufun sırlarını keşfetmeye başlamıştı. Fakat bu gençlik devresinde Mevlânâ,daha çok ilimde kaldı. Ulaştığı yüksek kültür seviyesi ile az zamanda etrafında hürmetkar bir talebe gurubu topladı.
Bu ilim ve irfan adamının bu şekildeki hızlı fakat tabii tekamülü 23 Ekim 1244 tarihinde birdenbire değişiverdi:
Mevlânâ,Konya’ya gelen Şemsettin Tebrizi adında bambaşka bir insanla; cezbe ve vecid dolu bir dervişle tanıştı. Bu Şems-i Tebrizi,rind babacan ve coşkun bir sôfî;üstün telkin kudretine sahip müstesna bir insandı .O kadar ki Mevlânâ,bu serbest duygulu,hür düşünceli,göz ve gönül alan dervişe karşı ancak sôfîyâne bir aşkl’a izah edilebilir bir çekiliş ve bağlanış duydu.
Mevlânâ’yı, daha çocuk denecek bir yaşta iken,bir defa Şam’da gördüğü söylenen Şems,bu ikinci buluşmada onun ruhunu,zahiri bilgilerin çerçevelediği ilim ve dış ibadet dünyasından uzaklaştırarak duygu ve düşünce âlemlerinin geniş ve esrarlı ufuklarına doğru alabildiğine coşturmak kudretini gösterdi. O kadar ki görenler ve fark edenler,onların Konya sokaklarında buluştukları anı,İki deryanın kavuşmasındaki hallere benzettiler. Onun sözlerinin sohbetlerinin derlenmesiyle meydana gelmiş Makaâlat isimli eserinden anlaşıldığına göre,zamanının dini ilimlerini bilmekle beraber bu ilimlere değer vermeyen Şems-i Tebrizi , Mevlânâ’yı kitapların dışındaki sırlara ermek yolunda ileri bir iman ve heyecan âlemine götürdü; ona semâ’ın zevkini tattırdı;ona ney’in,rebab’ın bir kelime ile musikinin lezzetini duyurdu. O zamana kadar gerek derslerinde gerek ibadetinde mazbut ve ağırbaşlı olan Mevlânâ,Şems’de tecelli eden hal’leri gördükten sonra,tabelesine verdiği dersleri bırakarak bütün zamanını Şems-i Tebrizinin sohbetine ayırdı. Bu iki insan arasındaki ruh anlaşması ve gönül buluşması o dereceyi buldu ki,Mevlânâ bütün hayatını,heyecanını Şems-in varlığında topladı,bu heyecanla şiir söylemeğe başladı ve bu hadise dünya tasavvuf edebiyatına Mevlânâ ölçüsünde büyük bir şair kazandırdı. Fakat şairin;
Görünce ayine-i neşvesinde lahut’u
Kemal-i vecd ile kurban olur gönül gönüle
Yeter hikayet-i halat-ı Şems ü Mevlânâ
Ne rütbe mihr-i dırahşan olur gönül gönüle
Demesine rağmen Mevlânânın talebesi üstatlarını kendilerinden böylesine uzaklaştıran Şems deki bu hali anlamadılar. Konya da Şems’e karşı gittikçe artan bir düşmanlık belirdi. Mevlânâ dan uzak kalan talebeler duydukları ızdırabı Şems-i Tebrizi’ye açıkça söylediler. Rind derviş,bir gün ve ansızın Konya`yı terk etti. Şam’a çekilmek suretiyle bu müşkül durumu düzeltmeye çalıştı.
Fakat Şems-i Tebriziden ayrılmanın elemi Mevlânâ’yı öyle perişan bir hale koydu ki,az sonra yaptıklarına pişman oldular. Neticede şairin büyük oğlu Sultan Veled,bizat Şam’a giderek Şems-in geriye dönmesini istedi. Mevlânâ’nın elemli mektupları ve Sultan Veled’in ricaları karşısında fazla direnemeyen Şems,yeniden Konya’ya döndü. Ancak bu dönüş beklenen huzuru sağlamadı ve bu üçüncü buluşmanın saadeti uzun sürmedi. Bir taraftan Konya halkının bu macerayı hazmedemez hale gelmesi; öte yandan Mevlânâ’nın medreseyi tasavvufa tercih eden küçük oğlu Alâeddin’in Şems-i Tebrizi’yle şiddetli çarpışmaları; nihayet Şems-in aleyhinde harekete geçmek isteyenlerin çoğalması neticesinde bütün huzurunu ve Konya’da yaşama imkanını kaybeden Şems-i Tebrizi bu sefer,bir daha geri dönmemek üzere ortadan kayboldu.
Bu sırroluş,bir başka diyara göçmeden miydi? Daha acı bir rivayete göre Şems-i Tebrizi’yi içlerinde Alâeddin’in de bulunduğu yedi kişilik bir hınçlılar zümresi mi öldürmüştü? Burasını Mevlânâ bilemedi. Önce büyük bir ye’se düştü. Sonra,iki defa Şam’a giderek bahtsız ruhunun başıboş maşukunu aynı elemle aradı. Şam sokaklarında dikkati çekecek derecede üzgün ve perişan dolaştı. Fakat Mevlânâ büyük bir rindliğin gerektirdiği üstün irfan seviyesine ermiş bulunuyordu. Kader böyle tecelli edince “Bir aslan esniyor gibi vakar” ile bakmayı bildi. Sözü şiire bıraktı. Bu arada Divanı’nın Belki en dokunaklı elem ve hicran gazellerini söyledi.
Sonra,yavaş yavaş durulmağa başladı ve bir gün Şems-i Tebrizi’de gördüğü ilahi hallerin bu sefer eski müritleri arasında bulunan ve bizzat Şems-i Tebrizi tarafından da sevilen Selahaddin Zerkup’ta tecelli ettiğine inandı. Onu kendine mürid ve muhasip seçti. Selaheddin’in mesleği kuyumculuktu. Kendisi olgun ve yaşlı bir dindar ve mutasavvıftı. Ağırbaşlı hareketleriyle,bu sefer Mevlânâ ile kendisi arasındaki yakınlığı çekemeyenleri, ikinci bir kötülük yapmaktan alıkoydu. Fakat bir müddet sonra 29 Aralık 1258’de Selahaddin de öldü.
Mevlânâ,son olarak Çelebi Husâmeddin adlı bir başka müridini kendine halife seçti. Temiz,mert ve fedakar bir mürit olan Husâmeddin,Mevlânâ’ya büyük hizmette bulunmuş,ona meşhur mesnevisini yazma fikrini vermiş ve bunda ısrar ederek mesnevinin yaratılmasında mühim vazife görmüştür. O kadar ki mesnevi Mevlânâ söylüyor,Husâmeddin yazıyor,bu yazış ve yazdırış bazen sabahlara kadar sürüyor;
talebesini böylesine yorduğunu fark eden Mevlânâ bunun mükafatını Allah’tan dilemek duygusunda kalıyordu.
Çelebi Husâmeddin Mevlânâ’dan On bir yıl sonra öldü .O ölünce tarikat şeyhliği bu zamana kadar,büyük bir sadakat ve sabırla tekkeyi beklemiş olan Sultan Veled’e geçti.
Sultan Veled,Mevlevi tarikatının hakiki kurucusu oldu. İyi bir teşkilatçı olduğu anlaşılan Sultan Veled,gerek babasının yaygın şöhretinden faydalanmak,gerek bu şöhret etrafında yapılan dedikoduları unutturmak; gerek bu çok ileri şiir,sem’a,musiki düşünüş ve inanış tarikatını daha geniş ülkelere yayarak ebedileştirmek gibi emellerle çalışarak bu temiz idealde ilk başarılı adımı attı.
Mevlânâ,daha onsekiz yaşında iken Larende (Karaman)’de,babası tarafından Semerkand’lı hoca Şerafeddin’in Kızı Gevher Hatun’la evlendirilmiş ve bu izdivaçtan iki erkek evladı olmuştu. Sultan Veled,bunların birincisiydi. Gevher Hatundan doğan ikinci oğlu Alâeddin 1262’de henüz Mevlânâ hayatta iken ölmüştü. Celâleddîn, birinci karısının vefatından sonra,Konya’da Kerra Hatunla evlendi. Bu izdivaçtan da en küçük Muzafferüddin Alim Çelebi ile yegane kızı Melike hatun doğdular.
13.Asrın Anadolu sôfîleri içinde yüksek tefekkür heyecanıyla aşk ve ilhamı birleştirerek bunları şiir sanatının ölümsüz terennümleri haline koyan en büyük tasavvuf şairi Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’dir.
Mevlânâ,İslam panteizmi’nin hakikat adını verdiği Allah’a,yani büyük Hakikate bilgi,tefekkür,sanat,heyecan ve bunların hepsinden üstün bir aşk yoluyla varmak isteyenlerin en büyüklerindendir.
Aynı yolda şiiri,musikiyi ve insan vücudunun her zerresi ve her hareketiyle bir ibadet havasına girerek Tanrı’ya kanatlanmasın manasındaki semâ sanatını dile getirerek, insanın bir gün insanlıktan da üstün bir manevi dereceye yükselip,büyük Yaratıcıya vasıl olacağını söylüyordu.
Mevlânâ’nın fikir ve gönül yücelten felsefesi; İslam imanının bütün esaslarına,emirlerine,İslam’ın Allah`ına ve Peygamberine tam bir ihlasla bağlı bulunuyordu. Fakat aynı ihlas,insanı semâya kanatlandıran bir duyuş ve düşünüş hürriyeti ile de rüzgarlı idi. İşte bu rüzgardır ki, Allah’a varma yolunda kol kanat açan Mevlevi ayinlerine hem bir sanat havası,hem de bir ibadet hali vermişti. Bu ibadet,Allah yolunda kendilerinden geçenlerin söyledikleri ilahilerle,semâya kol açtıkları semâlarla ve bütün varlıklarıyla uydukları Mevlevi musikisiyle birleşmiş,ve bir dini hazlar manzumesi olmuştur.
Mevlânâ,yeryüzüne semâlardan yönelmiş ruhların tekrar semâya dönmek için giriştikleri bir gönül savaşının serdarı idi.
Allah’tan kopan ruh padişahının nefis denilen madde ve ihtiras ordusunu mağlup etmek ve yalnız varlık da birlik ma’şukasına gönül vermek suretiyle tekrar Allah’a ulaşacağına inanıyordu.
Madem ki,insansın,madem ki duyuyor,düşünüyor ve seziyorsun büyük hakikati bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın; duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin! Sen söyleyemezsen ruhunun vasıl olduğu sırları sazlara ve semâlara söyleteceksin. Bütün bunlarla dahi söylenemeyecek ölçüde büyük sırlara erdiğin zamandır ki,yalnız o zaman susacaksın!
Diyenler arasında Mevlânâ böyle nice sırlara lisan, nice hakikatlere beyan vermiş bir üstün insandır.
Her dinden,her mezhepten,her milletten her insanı; İnsan olduğu ve büyük Yaratıcıdan bir nur taşığı için sevmek inanışındaki İslam panteizminin her bakımdan üstün ifadeleri onun eserlerindedir.
Mevlânânın İnsana verdiği bu kıymet insanın aynı zamanda ilahi varlığı idrake en elverişli bir duyuş ve düşünüş melesine sahip oluşundandır. Mesnevi adlı ölümsüz eserinde; “Ey kardeş! Sen yalnız duyuş ve düşünüşten ibaretsin! Geri kalanın ise sadece et ve kemiktir” deyişleri bundandır.
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin bize bırakmış olduğu eserlerinin adları :
Divan-ı Kebir,Mesnevi,Fihi Mafih,Mektubat,Mecalis’i Seb’a’dır.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |