|
Henry Kissinger, bu tartışmalar yaratan anıtsal kitabında belki de en önemli eserinde diplomasinin ne olduğu konusuna ışık tutuyor. Tarihi kendi açısından yorumlayarak işe koyulan yazar, dünya liderleriyle olan kişisel görüşmelerine de ağırlık vererek, eserinde, diplomasi sanatının inceliklerini ve güç dengesinin, yaşadığımız dünyayı nasıl oluşturduğunu açıklamakta ve kendi idealleri ve eski dünyaya güvensizliklerinin yanı sıra ülkelerinin büyüklüğü ve diğer ülkelerden soyutlanmış olmasıyla da korunan Amerikalılara dünyanın uymasını istediği, fakat uymadıkları kendine özgü dış politikalarını göstermeğe çalışmaktadır. Modern devlet sisteminin babası sayılan Kardinal Richelieu’den, içinde yaşadığımız "Yeni Dünya Düzeni" ne kadar geçen üç yüz yılı aşan tarih dilimi içinde yazar, modern diplomasinin, nasıl savaş ve barış güçleri arasındaki güç dengesinde yaşanan deneyim ve çabalardan doğduğunu ve Amerika’nın, bazen kendi zararına da olsa bu yapılanmadan ders almayı nasıl reddettiğini ortaya koymaktadır. Yazarın da bu olayların göbeğinde olduğu onlarca yıl içinde, bundan önce ve sonra, bizim yaşamımızı biçimlendiren gizli görüşmeler, büyük olaylar ve devlet adamlığı sanatı üzerine ayrıntılı ve özgün bir gözlem bolluğuyla birlikte De Gaulle, Nixon, Chou En Lai, Mao Tse-Tung, Reagan ve Gorbaçov’u da içine alan ve Kissinger’in kişisel deneyim ve bilgilerine dayanan dünya liderlerinin özel portreleri, bizlere zirvedeki diplomaside neler olup bittiğini gözlemleyebilmek için ender ve nadir bir pencere açmaktadır. Ulusal diplomasi üslupları arasındaki farkları çözümleyen Kissinger, değişik toplumların dış politikalarını yürütmede nasıl özel yollar ürettiklerini ve Amerikalıların, ta başlangıçtan beri nasıl idealizme dayanan farklı bir dış politika peşinde olduğunu göstermektedir. Kissinger, görüşlerini, kanaat ve yaşadığı olayları, Nixon’ın dış politika ortağı yaptığı delici diplomatik girişimlerini, gerçek hikayelerle süsleyerek kitabında anlatmaktadır. Roosevelt’in yalnızlık politikasını benimseyen halkını bir savaşa katılmaya ikna etmekteki rolü, bir demokraside liderliğin etkisi hakkında bir ders vermektedir. Eninde sonunda Avrupa güç dengesine yöneltilen tehdide son vermek ve Almanya’nın dünya hegemonyası amacına engel olmak için Amerika’nın müdahalesi gerekecekti. Amerika’nın büyüyen gücünün, onu bir gün uluslararası arenaya iteceği esasen beklenen bir şeydi. Bu işin bu kadar hızlı ve kesin olmasını sağlamak ise, Franklin Delano Roosevelt’in başarısıdır. Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği’ne saldırdığı zaman, insanlık tarihinin en büyük kara savaşını başlatmış oldu. Bundan önceki Avrupa savaşları ile kıyaslanamayacak barbarlık örnekleri, savaşın dehşetini, benzeri görülmemiş bir şekilde arttırıyordu. Bu savaş, adeta bir soykırım kavgası idi. Alman orduları Rusya’nın içlerine doğru ilerlerken, Hitler, Birleşik Devletlere de savaş ilan ederek, bir Avrupa savaşını global bir kavgaya, küresel bir çatışmaya dönüştürdü. Alman ordusu, Rusya’yı yerle bir ediyor, fakat öldürücü darbeyi bir türlü vuramıyordu. 1941 kışında, Moskova varoşlarında durduruldular. Politika üretenler kırk beşlerin sonlarında ne yapacaklarını bilemez bir haldeydi. Potsdam ve birbirini izleyen dışişleri bakanları konferansları bir sonuç vermemişti. Stalin, Amerika’nın demokrasiye bağlılığına hiç aldırış etmeden, Doğu Avrupa üzerindeki hegemonyasını koruyordu. Polonya, Bulgaristan ve Romanya’da, Amerika diplomatları devamlı olarak Sovyet uyuşmazlıklarıyla karşı karşıya geliyordu. Yenilen Almanya ve İtalya’da, Moskova ‘ortaklık’ kelimesinin anlamını unutmuş görülüyordu. Amerika, Roosevelt’in düşündüğü gibi, Avrupa’dan "çocuklarını vatana geri getirmedi". Onun yerine, Sovyet saldırılarına karşı durmak için kurumlar ve programlar oluşturarak, Sovyet küresine baskı yapmaya başladı. Üç yıl süresince sınırlandırma politikası istendiği gibi işledi. Marshall Planı Avrupa’yı ekonomik ve sosyal yönden güçlendirirken, Atlantik İttifakı da Sovyet yayılımcılığına karşı askeri bir siper görevi gördü. Yunanistan ve Türkiye’ye yardım programı Doğu Akdeniz’de Sovyet tehdidini önledi ve Berlin’e yapılan havadan ulaşım, demokrasilerin, kabul edilmiş haklarına karşı tehdit söz konusu olduğu zaman savaşı göze almaya hazır olduklarını gösterdi. Her iki olayda da Sovyetler Birliği Birleşik Devletlere çatışmak yerine çekilmeyi yeğledi. İsviçre’deki konferans bütün barış içinde bir arada yaşama konuşmaları temel gerçeği değiştiremezdi: Dünyanın birbirinden uzak iki süper gücü, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği, coğrafi bir rekabet içine kilitlenmişlerdi. Bir taraf için kazanç olan şey, diğer taraf için bir kayıp olarak değerlendiriliyordu. 1950’li yılların ortalarında, Batı Avrupa’daki Amerikan nüfuz küresi gelişiyordu ve Amerika’nın bu küreyi askeri güçle korumaya hazır olması Sovyet serüvenciliğini caydırdı. Fakat Avrupa’daki hareketsizlik, dünyada da hareketsizlik anlamına gelmiyordu. 1955’te Cenevre Zirvesi’nden iki ay sonra, Sovyetler Birliği pamuk karşılığında Mısır’a büyük çapta silah satışı anlaşması yaptı. Sonra, Sovyet nüfuzunun Ortadoğu’ya genişlemesi için cesurca bir hareketle daha da çoğunu verdi. Birbirini izleyen iki olay 1956’ta, uluslararası ilişkilerin savaş sonrası modelini değiştirdi. Süveyş krizi, Batı ittifakı için masumiyet döneminin sonunu belirlemiştir; bundan böyle, Batılı müttefikler çıkarların mükemmel simetrisi konusundaki kendi beyanlarına hiçbir zaman tam olarak inanmayacaklardı. Aynı anda Macaristan ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılması, Sovyetler Birliği’nin kendi nüfuz küresini gerekirse kuvvet kullanarak koruyacağını, kurtarma konuşmalarının boş olduğunu göstermiştir. Görünebilir bir gelecek için Avrupa’yı ikiye bölen çizginin her iki tarafında karşılıklı düşman ordularının bulunmasıyla, Soğuk Savaşın hem uzun hem de acı olacağı hakkında hiçbir kuşku kalmamıştır. Avrupa kıtasını bölen çizgi boyunca hemen hemen yirmi yıldan beri birbiri ile itişip kalkışan iki nüfuz küresinin kesinleşmesini Berlin krizi işaretlemiştir. Bu sürecin ilk aşamasında, 1945-1948 döneminde, Stalin Doğu Avrupa ülkelerini uydu devletler haline dönüştürmek ve Batı Avrupa’yı tehdit etmek suretiyle Sovyet nüfuz küresini kurmuştur. İkinci aşamada, 1949-1956 döneminde, demokrasiler, NATO’yu kurmak, işgal bölgelerini Federal Alman Cumhuriyeti olarak bir araya getirmek ve Batı Avrupa bütünleşmesi sürecini başlatmak suretiyle gösterdiler. Bu bütünleşme dönemi sırasında, her iki kamptan da diğer küreyi dağıtmak için zaman zaman bazı girişimler olmuştur. Bütün bu planlar başarısızlıkla sonuçlandı. John F. Kennedy, Çin hindi ile uğraşmak zorunda kalan peş peşe üçüncü başkan olmuştur ve yerleşmiş birtakım politik kurallarla işe başladı. Kendisinden öncekiler gibi Kennedy de Vietnam’ı, Amerika’nın genel jeopolitik konumunda çok önemli bir halka olarak düşünüyordu. Truman ve Eisenhower gibi, bir komünist zaferini Vietnam’da durdurmanın Amerikan çıkarları açısından hayati önemde olduğuna inanıyordu. Yine kendisinden öncekiler gibi, Hanoi’deki komünist liderliğini, Kremlin’in bir taşeronu olarak görüyordu Kısacası, Kennedy de tıpkı kendisinden önceki iki yönetim gibi, Güney Vietnam’ı savunmanın küresel çevreleme stratejisinin bir gereği olarak kabul etti. Amerika Birleşik Devletleri ilk başarısız deneyiminden ve Amerikan moral inançlarının fiili durumla çatıştığı ilk dış yükümlülükten kurtarmak görevi Nixon Yönetimi’ne düştü. Bu kadar sıkıntı veren dış politika görevine pek ender rastlanır; hiçbir ülke, böyle bu geçişi şiddetli acı duymadan başaramamıştır. Her ne kadar Fransızların Cezayir’den çekilmelerinin Amerikalılar için bir model oluşturduğu sık sık tekrarlanmış ise de, gerçekte bu iş Gaulle’ün, Nixon Yönetimi’nce Amerika’nın Çinhindi’ndeki ilişkisine son vermek için gereken dört yıldan fazla zamanını almıştır. Fransa Cezayir’den çekilirken, de Gaulle, aileleri birçok kuşaktan beri orada yaşayan bir milyondan fazla Fransız göçmenini geride bırakmak yükünü omuzlamak zorunda kalmıştı. Nixon ise, Amerikan birliklerini Vietnam’dan çekerken, dört Amerikan başkanının yirmi yıllık bir zaman dilimi içinde, bütün hür insanların güvenliği için hayati önemi olduğu ilan ettiği yükümlülükleri tasfiye etmek zorunda kaldı. Nixon için,Amerika’nın Vietnam’dan çıkarken katlandığı sancılı süreç, sonuçta Amerika’nın dünyadaki itibarını korumakla ilgiliydi. Bu cehennem olmasaydı da Amerikan dış politikasının yeniden büyük ölçüde değerlendirmeden geçirilmesi gerekiyordu; çünkü Amerika’nın dünya sahnesine toptan egemen olması çağı sonuna yaklaştırıyordu. Amerika’nın nükleer üstünlüğü sona eriyordu ve ekonomik üstünlüğüne de, her ikisi de Amerika’nın kaynakları ile restore edilmiş olan ve Amerikan güvenlik garantileri ile korunan Avrupa’nın ve Japonya‘nın dinamik büyümesi ile tehdit altındaydı. Son olarak Vietnam, gelişen dünyada Amerika’nın rolünün yeniden değerlendirilmesi ve çekilme ile gereğinden fala yayılma arasında korunabilir bir pozisyon bulma zamanının geldiğine işaret etmiştir. Diğer taraftan Soğuk Savaş boyunca yekpare taştan bir anıt gibi gözüken komünist blokta ciddi çatırdamalar oluşunca, Amerikan diplomasisi için yeni fırsatlar kendini göstermeye başladı. 1956’da Kruşçev’in, Stalin devrinin gaddarlıkları ile ilgili açıklamaları ve 1968’de Çekoslovakya’nın Sovyetlerce istilası, bölgeleri için komünizm ideolojik çekiciliğini, dünyanın geri kalan kısmı için zayıflattı. Amerika’nın barış beklediği bir zamanda Soğuk Savaş başladı ve uzayıp giden bir anlaşmazlığa kendini hazırlarken son buldu. Sovyet İmparatorluğu, sınırlarının gerisinde, patladığından daha ani bir şekilde çöktü. Amerika’ da aynı hızla, Rusya’ya karşı tavrını birkaç ay içinde düşmanlıktan dostluğa dönüştürdü. Bu ani değişiklik, bir araya gelmesi olanaksız iki işbirlikçinin koruması altında gerçekleşti. Ronald Reagan, Amerika’nın farklılığı inancının geleneksel gerçeklerinin doğrulması amacıyla, Amerika’nın görünüşte geri çekilmesi dönemine bir tepki olarak seçilmişti. En üst konuma, komünist hiyerarşisinde acımazsız mücadelelerden sona yükselmiş olan Gorbaçov, kendisine göre üstün Sovyet ideolojisini tekrar canlandırmaya kararlıydı. Reagan ve Gorbaçov, kendi taraflarının nihai zaferi kazanacağına inanıyordu. Ancak bu iki hiç beklenmeyen işbirlikçi arasında çok hayati bir fark vardı. Reagan toplumunun kaynaklarını çok iyi anlamıştı; Gorbaçov ise kendi toplumunun kaynaklarıyla olan ilişkisini iyice yitirmişti. Her iki lider de kendi sistemlerinde en iyi oldukları şeylere hitap ettiler. Reagan halkının ruhunu girişim ve kendine güven musluklarını açarak serbest bırakırken, Gorbaçov yapılması olanaksız olan reform isteyerek temsil ettiği sistemin ölümünü kolaylaştırdı. XX. yüzyılın son on yılının başlangıcında, Wilsonculuk zafer kazanmış gibi duruyordu. Komünizmin ideolojik ve Sovyetlerin jeopolitik meydan okumalarının aynı zamanda üstesinden gelinmişti. Komünizme moral bakımından karşı olma amacı Sovyet yayılmacılığına karşı direnmenin jeopolitik göreviyle birleşmişti. Bu yüzyılda üçüncü kez olarak Amerika kendi iç değerlerini bütün dünyaya uygulayarak yeni bir dünya düzeni kurma niyetini ilan etmiş oldu. Yine üçüncü kez Amerika uluslar arası sahneye hakim görünüyordu.1918’de Wilson’un gölgesi, müttefikleri, Amerika’ya, onun yanlışlarını dile getiremeyecek kadar bağımlı olduklarından Paris Barış Konferansı üzerine düşmüştü. İkinci Dünya Savaşı sonuna doğru Franklin Delano Roosevelt ve Truman bütün küreyi Amerikan modeline göre yeniden düzenleyebilecek pozisyondaymış gibi görünüyorlardı.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|