Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: EDEBİYAT
    Konu: Orhan Veli Kanık


Orhan Veli Kanık 13 Nisan 1964’te, İstanbul’da doğdu. Galatasaray’da başladığı öğrenimini, kısa bir süre sonra babasının atandığı Ankara’da sürdürdü. Liseyi bitirince İstanbul’a gelerek Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdiyse de, bir süre sonra öğrenimini yarım bıraktı. 1936’da Ankara’ya döndü ve askere gidene kadar PTT Genel Müdürlüğü’nde memurluk etti. Yedek subaylığını tamamlayınca, iki yıl kadar, gene Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı.1947’de, bu
kurumda “antidemokratik bir hava” esmeye başladığını söyleyerek istifa etti. 1 Ocak 1949’da yayımlamaya başladığı,
on beş günde bir çıkan, iki sayfalık “yaprak” dergisini 15 Haziran 1950’ye kadar yirmi sekiz sayı sürdürdü.
Dergiyi çıkaramayacağını anlayınca Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a
gitti. Gene o yılın kasım ayı içinde, bir haftalığına
geldiği Ankara’da bir gece, yolda, tamirat için kazılmış bir çukura düşerek ayağından yaralandı. İstanbul’a döndükten bir iki gün sonra bir arkadaşının evindeyken birdenbire fenalaşarak kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde, 14 Kasım 1950’de beyin kanamasından öldü.
Varlık Yayınevi, Orhan Veli’nin beklenmedik
ölümü üzerine, okurlardan gelen istekler doğrultusunda, “Bütün Şiirleri” adlı bir kitap derledi. Birinci basımı 1951’de yapılan bu kitapta, şairin 1945-1949 yılları arasında basılan beş kitabıyla, çoğu “varlık” dergisinde çıkmış olan ilk şiirleri bir araya getiriliyordu. Orhan Veli, şiirlerinin yanı sıra düz yazı şeklinde de yazı yazmış, çeviriler yapmıştır. La Fontaine’nin masallarını dilimize çevirmiş ve bu çevirisiyle de ün yapmıştır.
İlk şiirlerinde hece veznini ve kafiyeyi kullanmışsa da 1940’tan sonra vezni atmış, kafiyeyi umursamamıştır. Yeni şiire öncülük etmiştir. Ona göre şiirin görevi, gördüklerini, olduğu gibi, süslemeden verebilmekti. Şiirlerinin çoğunda bir olayı, bir hikayeyi yaşatır gibidir. Bunların çoğunda kahraman kendisidir.
Orhan Veli’nin bir özelliği de İstanbul’a olan aşırı tutkusu ve şiirlerini onunla doldurmasıdır. Yalnız onun İstanbul’u tarih, saat ve kültür İstanbul’u değildir. Cıvıl cıvıl insanları, çiğnenmiş kaldırımları, yaşanmış aşkları, denizi, balıkları, rüzgarları, manzaraları ile insanı büyüleyen İstanbul’dur.
Orhan Veli, özellikle son zamanlarında toplumu hicveden, sosyal çekişme eğilimli şiirler yazdı.
Orhan Veli’nin eserleri ; ( şiir kitapları ) Garip ( 1941 ), Vazgeçemediğim ( 1945 ), Destan ( 1946 ), Yenisi ( 1947 ), Karşı ( 1949 ) .
Çevirileri ; La Fontaine’nin Masalları ( 1943 ), Fransız Şiiri Antolojisi. Ayrıca halk diliyle nazma çektiği Nasrettin Hoca Hikayeleri adlı akımını başlatarak kazandı. Garip’in Orhan Veli’nin kaleme aldığı önsözünde, ölçü ve uyağın şiiri yozlaştırdığı vurgulanıyor. Orhan Veli Garip için şunları yazmıştır ;
Güçlüklere, bir başına da olsa, karşı koyan insan kuvvetli insan olmalı. Ben bunu yalnız kalıp da ümitsizlik içinde olduğunu hissettiğim anlarda daha iyi anladım. Bununla beraber, senelerden beri, o kadar çok zamanlar yalnız kaldım ki bu hale âdeta alışır, hattâ – kuvvetli olmanın gururunu duyabilmek için – zaman zaman
yalnızlığı
arar oldum. Şu anda gurur diye isimlendirdiğim bu his başlangıçta bir avunma yolu idi. Hayatlarının, benim gibi, ıstırapla dolu olduğunu sananlar, eseri vardır.
Orhan Veli Kanık asıl ününü lise arkadaşları Oktay Rıfat ve Melik Cevdet Arday’la birlikte yayımladığı Garip adlı kitabın adıyla anılan şiir buna benzer bir sürü avunma çareleri bulmuşlardır. Bu çareler, o yalnız kalmış insanların, yalnızlık anlarındaki arkadaşlarıdır. Hayatın karşısında, hatta sırasında ölümün karşısında, ancak bu arkadaşların yardımı ile tutunabiliriz. Benim, yukarıda bahsettiğim gurura benzer,
birkaç arkadaşım daha var. Vakit olsa da sizinle, onlar hakkında konuşabilsem. Ne iyi olur! Ama, Garip için yazacağım bir yazıda işi dertleşmeğe dökersem belki de bana kızarsınız. Onun için, size şimdilik, bunların yalnız bir tanesinden bahsedeyim.
“Hiçbir yaptığımdan pişman olmayacağım.” diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benim vardır. Çok da faydasını gördüm. Bundan bir hayli zaman evvel böyle bir karar vermemiş olsaydım, üzüntülü günlerimin sayısı muhakkak ki daha fazla olurdu. Bu arada “ 1941 senesinde Garip adlı bir kitap neşretmişim “ diye dövünür durur, hele onun yeniden basılmasına dünyada razı olamazdım. Garip yeniden basılırken, içimde böylece
“yiğitlik bende kalsın “ dermişim gibi bir his var. Şiirdeki
garip mefhumu üzerinde bugün bir yazı yazmağa kalksam herhalde aynı şeyleri yazmam. Onları beş sene evvel yazmıştım. Beş sene sonra da aynı şeyleri söliyecek olduktan sonra ne diye yaşadım? O günden ölseydim olmazmıydı? 1941 senesinde söylediklerim,
1616senesinde 52 yaşında iken ölen Shakespear’in, 377 yaşında söylemesi lâzım gelen sözlerdi. Aynı şekilde, bundan yüz sene sonra yaşayacak bir şairin sözleri de benim yüz otuz bir yaşında düşüneceğim şeyleri anlatmalıdır.
Bir oluş, bir kendimize geliş devrindeyiz. Dilimizin, günden güne bile, ne kadar değiştiğini farketmiyorsanız benim bir bu yazıma, bir de o zamanlar neşrettiğim Garip’e bakın.
Göreceksiniz ki fark çok büyük. Bu farkın bütün günahını sakın benim omuzlarıma yüklemeyin ; işin, değişen, daha ileriye, daha güzele giden bir cemiyetin işi olduğunu anlarsınız. Bu gidişe ayak uydurmamış insanlarla da karşılaşmanız kabil. Ama her ileriye gidişte bir sürü döküntü bırakmıyor, bir sürü fire vermiyor muyuz? Hattâ, çok kere, o döküntüler ayaklarımıza takılıp bizim de yolumuzda yürümemize engel olmuyorlar mı?
Yazdıkça fark ediyorum ; Garip ‘in mü defasını kalkışmış gibi bir halim var. Garip ‘i kimseye karşı değil, kendime karşı mü defa etmek isterim. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdefa etmek isteyişim, ondaki kusurları, başkalarından çok kendim bildiğim içindir. “ Benden başka bilen yoktur “ demiş gibi de olmayalım ; başkalarından kasdıra kitabım hakkında söz söylemiş olanlardır. Bunların içinden, üzerinde durulmağa değer, bir tek tenkid yazısı hatırlıyorum.
O tenkidi yazan zat, fikirlerine gerçekten inandığım bir dostumdu. Cemiyete bağlı bir sanatın, ferdin ruhî hayatile ilgilenemiyeceğini söylüyordu. Ben ferdin ruhî hayatının cemiyetten büsbütün ayrı bir hadise olduğunu ileri sürmemiştim ki. Yoksa o dostum mu işi böyle telâkki ediyor? Etmemesi lâzım. Çünkü zıd nazariyelerin benim kadar uzlaştırıcı olmayan taraftarları bile, sırasında, kendi fikirlerini karşı tarafın iddiaları ile tamamlıyorlar. Meselâ hiçbir Freud’cü yoktur ki şuuraltına itilen temayüllerin oraya cemiyetler tarafından itildiğini, dolayısı ile şuuraltı dediğimiz âlemin meydana gelmesinde cemiyetin pek büyük bir payı olduğunu kabul etmesin. O zaman söylememişsem şimdi söyleyeyim ; şuuraltı’nı bir varlık değil, bir fikrin izahı için ileri sürülmüş bir mefhum diye kabul ediyorum. Hani birtakım insanların Allahı kabul etmeleri gibi.
Bu bahsi derinleştirmek isterdim. Ama söyleyeceğim sözlerin âlimâne olmasından korkuyorum. Şiir hakkında âlimâne olmadan da söylenebilecek sözler var. Fakat Garip’i yazdığım zaman, daha ziyade, garipliğin nereden geldiğini düşünüş, şiirin kıymetleri üzerinde o kadar durmamıştım. Gerçi o kıymetleri, o vakitler, pek de bilmiyordum ya. Ama bugün öyle değil. Şiir üzerinde hem tecrübem hem bilgim. Bununla beraber o tecrübeleri, o bilgileri anlatmak bana, şu anda, o günkünden
daha güç görünüyor. Daha doğrusu, anlatılmasından
ziyade, anlaşılmasının güç olacağını sanıyorum. Hoş, böyle olmasa da, söyleyeceğim sözler neye yarayacak bilmem. Fikir tarihi, bir fikir madrabazlığı tarihinden başka bir şey değil. Bugüne gelinceye kadar bir sürü şeyler söylenmiş. Ama, gerçek olarak ne söylenmiş? Bir aralık, bir arkadaşım “ Sanat bahislerinde aksini ispat edemeyeceğim mesele yoktur “ demişti. Aksi ispat edilemeyecek mesele yoktur demek ispat edilecek mesele yoktur demektir. Mademki ispat edilecek mesele yok ; ne diye düşünüyor,
ne diye konuşuyor, ne diye yazıyoruz? Sanattan bahsetmek de, sanatla uğraşmak gibi, kaçınılmaz, şifa bulmaz bir hastalık mı yoksa?
ORHAN VELİ KANIK’TAN ÖRNEKLER
İSTANBUL’U DİNLİYORUM

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı ;

Önce hafiften bir rüzgâr esiyor ;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlardan ;
Uzaklarda,
çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları ;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı ;
Kuşlar geçiyor, derken ;
Yükseklerden, sürü sürü çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda ;
Bir kadının suya değiyor ayakları ;
İstanbul’ u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalı Çarşı ;
Cıvıl cıvıl Mahumutpaşa ;
Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan,
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları ;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı ;
Başında eski alemlerin sarhoşluğu,
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı ;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı ;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan ;
Küfürler, şarkılar, türküler laf atmalar.
Bir şey düşüyor, elinden yere ;
Bir gül olmalı ;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı ;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde ;
Alnın sıcak mı, değil mi, bilmiyorum ;
Beyaz bir ay doğuyor, fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum ;
İstanbul’u dinliyorum.
GÜZEL HAVALAR
Beni bu güzel havalar mahvetti ,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım ,
Böyle havada âşık oldum ;
Eve tuz ekmek götürmeyi
Böyle havalarda unuttum
Şiir yazma hastalığım
Böyle havalarda nüksetti.
Beni bu güzel havalar mahvetti.
(GARİP)
CEVAP
Açlıktan bahsediyorsun ;
Demek ki sen komünistsin.
Demek ki bütün binaları yakan sensin.
İstanbul’dakileri sen...
Ankara’dakileri sen...
Sen ne domuzsun, sen!
(Bütün Şiirleri)
ANLATAMIYORUM
Ağlasamda sesimi duyar mısınız
Mısralarımda ;
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdiniz şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var biliyorum:
Her şeyi söylemek mümkün ;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum ;
Anlatamıyorum.
(GARİP)
KURUKLU ŞİİR
Uyuşamayız, yollarımız ayrı ;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi ;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta ;
Benim ki aslan ağzında ;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik ,
Ama seninki de kolay değil, kardeşim ;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.
(Bütün Şiirleri)

İSTANBUL TÜRKÜSÜ
İstanbul’da Boğaziçi’nde ,
Bir fakir Orhan Veli’yim ;
Veli’nin oğluyum ,
Tarifsiz kederler içinde
Rumelihisarı’nda oturmuşum ;
Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum:
“İstanbul’un mermertaşları ;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları ;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları ;
Edalı’m ,
Senin yüzünden bu halim.”
“İstanbul’un orta yeri sinema ;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama ;
El konuşur, sevişir, bana ne?
Sevdalı’m
Boynuna vebalim!
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim ;
Bir fakir Orhan Veli ;
Veli’nin oğlu ;
Tarifsiz kederler içindeyim.
(Vazgeçemediğim )
VAZGEÇEMEDİĞİM
Deli eder insanı bu dünya ,
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku ,
Bu tepeden tırnağa kadar çiçek açmış ağaç.
(Vazgeçmediğim)
KİTABE-İ SENG-İ MEZARI
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar ;
Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi.
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın adını
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’yi.
(Garip)
KİTABE-İ SENG-İ MEZAR II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için ;
Bir akşam uyudu ;
Uyanmayıverdi
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
(Garip)

KİTABE-İ SENG-İ MEZAR III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler,
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı ,
Ne matrasında dudaklarının izi ;
Öyle bir rüzgar ki ,
Kendi gitti ,
İsmi bile kalmadı yadigar.
Yalnız şu beyit kaldı ,
Kahve ocağında, el yazıyla:
“Ölüm Allahın emri,
Ayrılık olmasaydı.”
(Garip)
GALATA KÖPRÜSÜ
Dikilir
köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepiniz.
Kimimiz kürek çeker, sıya sıya ;
Kimimiz midye çıkarır dubalardan ;
Kimimiz dümen tutar mavnalardan ;
Kimimiz çımacıdır halat başında ;
Kimimiz kuştur, uçar, şairâne ;
Kimimiz balıktır, pırıl pırıl ;
Kimimiz vapuri kimimiz şamandıra ;
Kimimiz çatandır, Kırdığı gibi bacayı
Şıp diye geçer Köprünün altından ;
Kimimiz düdüktür, öter ;
Kimimiz dumandır, tüter ;
Ama hepimiz ...
Hepimiz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli içinde ?
Bakmayın, gün olur, ben de
Bir şiir söylerim belki sizlere dair ;
Elime üç beş kuruş geçer ;
Karnım doyar benim de.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |