|
Soğuk savaşın sona ermesiyle dünya üzerindeki eski ideolojik sınırlar da sona erdi. Görünürde tüm uluslar küresel pazara açıldılar. Ancak uluslararasında bu kez de teknolojiye dayanan bir ayrım oluşmaya başladı. Dünyanın yalnızca küçük bir kesimi- dünya nüfusunun % 15’i- neredeyse tüm dünyadaki teknolojik yenilikleri sağlıyor. Dünya nüfusunun yarısı, bu teknolojileri üretim ve tüketim için kullanabiliyor. Dünya nüfusunun üçte birini oluşturan geriye kalan kesimin ise teknoloji ile hiçbir ilişkisi yok; ne evinde teknoloji geliştirebiliyor ne de dışarıda üretilen teknolojileri getirebiliyor. Teknolojiyle ilişkisi olmayan bölgelerin sınırları her zaman ulusal sınırlarla örtüşmüyor. Bu bölgeler arasında Güney Meksika, Orta Amerika’nın tropik bölgelerine yakın olan bazı bölgeler; Ant’lardaki ülkeler; Brezilya’nın tropik bölgelerinin büyük bir kesimi; Afrika`da Sahra altındaki ülkeler; dağılan Sovyetler Birliği’nin Avrupa ve Asya pazarlarından uzakta olan alanları; Hindistan’ın Ganj Vadisi`ndeki eyaletleri gibi Asya Kıtası’nın içine hapis olmuş bölgeler; Laos ve Kamboçya ile Çin`in çok iç kesimlerinde kalan eyaletler yer alıyor. Teknoloji ile ilişkisi olmayan bölgeler yoksulluk kapanına yakalanmış durumda. Tropik bölgelerde rastlanan bulaşıcı hastalıklar, düşük tarım üretkenliği ve çevresel yetersizlikler, bu bölgelerin en büyük problemlerinden yalnızca bir bölümünü oluşturuyor. Bu problemleri çözmek için teknolojik çözümlere gereksinim var. Kimi zaman gerekli teknolojiler yurt dışında bulunuyor ama, yoksul ülkeler teknolojiyi satın alacak ya da bunun lisansını alacak para bulamıyor. Zaten genellikle dışarıdaki bu teknolojiler de yoksul ülkelere uygun biçimde bulunamıyor. Yoksul ülke pazarları araştırma ve geliştirme (AR-GE) için yetersiz teşvikler sunuyor. Artık zengin ülkelerin bu gerçeği anlamasının ve buna bir tepki vermesinin zamanı geldi. Dünyanın yeni sınırlarının sabit kalmayacağına dikkat edin. Teknolojiyle ilişkisi olmayan bir çok ülke pek yakında teknolojiyi satın alan ülkeler haline gelecek. Birkaç ülke ise (Tayvan, G.Kore, İsrail) dünyanın bir numaralı teknoloji üreten ülkeleri arasına girdiler bile. Artık zengin ülkelerin bu gerçeği anlamasının ve buna bir tepki vermesinin zamanı geldi. Dünyanın yeni sınırlarının sabit kalmadığına dikkat edin: teknolojiyle ilişkisi olmayan birçok ülke pek yakında teknolojiyi satın alan ülkeler haline gelecek. Birkaç ülke ise (Tayvan, Güney Kore ile İsrail) dünyanın bir numaralı teknoloji üreten ülkeleri arasına girdi bile. Ancak bu geçişler otomatik olarak gerçekleşmiyor. Teknolojiyle ilişkisi olmayan ülkelerde yasayan 2 milyardan fazla insanin da küreselleşmeye katkıda bulunabilmesi için üç tane şeyin gerçekleşmesi gereklidir. Öncelikle, teknoloji güdümlü yeni küresel ekonomide: teknolojik değişim ve ekonomik büyüme analizlerine coğrafya, kamu sağlığı ve ekoloji de katılmalıdır. İkincisi, hükümetler başka ülkelere yaptıkları yardımlar konusunda daha dikkatli olmalıdır; daha mantıklı yardımlar yapmalıdır. Üçüncü olarak; uluslararası yardımlar artırılmalı ve yardim yöntemleri yeni bir biçime sokulmalıdır. Çokuluslu şirketler, birinci dünya üniversiteleri ile bilim kuruluşları bir araya gelmelidir. Ayrıca küresel kalkınmaya parasal destek sağlayan resmi kuruluşlarda (IMF, Dünya Bankası ile bazı BM dairelerinde) reformlar yapılmalıdır. Küreselleşmeyi yeniden gözden geçirmek Kalkınma, geleneksel anlamda, fiziksel sermaye ile emeğin birikimi seklinde ele alınır. İyi idare edilen yoksul ülkeler bu bağlamda avantajıdır. Sermaye sinirli olmakla birlikte, yeni yatırımlardan elde edilen karlar yüksektir. Dolayısıyla bu karlar tasarrufu teşvik eder ve dışarıdan yabancı sermaye girişine zemin hazırlar. Böylece zengin/yoksul arasındaki uçurum kapanır. Bu sürece "yakınlaşma" adi verilir. Ancak teknolojinin, sermayede olduğu gibi yakınlaşması kolay değildir. Teknolojik yeniliğin yol açtığı karlılık ekonomik ölçek ile bağlantılı olduğu için, ileri teknolojilere sahip olan bölgeler, teknolojik yenilikler geliştirmek konusunda daha avantajlı bir konuma sahiptir. Yeni düşünceler genellikle daha önce var olan düşüncelerin yeniden farklı şekillerde bir araya getirilmesiyle üretilir. Dolayısıyla düşünce açısından zengin olan çevreler, teknolojik yenilikleri bir tür zincirleme tepkimeyle geliştirirler. Ancak tıpkı nükleer tepkimelerde olduğu gibi önce kritik "kütlede" düşünceye ve teknolojiye gereksinim vardır. Ayrıca, yenilikler geliştirmek için olan teşvik pazarın boyutuna bağlıdır. Yeni teknolojiler geliştirmek için sabit harcamalar yapmak (AR-GE gibi) gereklidir: Daha büyük bir pazar bunu çok daha iyi karşılayabilir. Yeniliklerin kamu yararı açısından ele alınması (başka bir deyişle yeni düşüncelerin bütünlüğünü bozmadan tekrar tekrar kullanılması) başka sorunlara yol açar. Serbest pazarlar yeni teknolojiler geliştirmek için yeterli değildir. Yeni buluşların yapılabilmesi için destekleyici kuruluşlara da gereksinim vardır. Ticaret alanındaki yenilikler, bugün genellikle hem temel bilimsel görüşlerin hem de uygulamalı mühendisliğin ürünüdür. Temel bilimsel görüşler üniversitelerde ya da kamu laboratuarlarında üretilir. uygulamalı mühendislik kar amaçlı özel şirketlerin elindedir. Yeni buluşların yapılabilmesi için akademinin, hükümetin ve sanayinin bir arada çalışması gereklidir. Bu birlikteliğe verilebilecek en güzel örnek Internet`tir. Gelişmekte olan ülkelerde oldukça verimli olabilecek bu işbirliği görülmez. Bunların içinde yalnızca birkaç hükümetin bilim danışmanı vardır. Elbette bunun sonuçları oldukça can sıkıcıdır. 1995 yılının rakamlarına göre her birinin nüfusu milyondan fazla olan 48 tane ülke var ve bu insanların en az yarısı tropik bölgelerde yaşıyor. Ancak toplam 750 milyon insanin yaşadığı bu ülkeler; patentleri 1997 yılında yabancı mucitlerce alınmış 51.000 Amerikan patentinden yalnızca 47 tanesini satın aldı. Elbette, ekonominin teknolojik kapasitesi yalnızca teknolojik yeniliklere değil; bu teknolojileri dışarıdan alabilme kapasitesine de bağlıdır. Bu, ancak üç ana yöntemle sağlanabilir. Ülkeler sermaye ve teknolojiyi ya da tüketici eşyalarını (cep telefonları, faks makineleri, kişisel bilgisayarlar gibi) ithal edebilirler. Teknolojinin patentini alabilirler. Ya da doğrudan dış yatırıma yönelebilirler; böylece kendi teknolojisinin patentini elinde bulunduran çokuluslu girişimciler, ülke sınırları içinde üretim yapabilir. Her üç durumda da, ülkeler, teknolojiyi ithal edecek parayı karşılayabilmek için ihracat konusunda başarılı olmalıdır. Birçok ekonomist gelişmekte olan ülkelerin teknolojiyi dış ülkelerden alabilecek durumda olduğunu varsayar. Ancak bu çok iyimser bir düşüncedir. Teknoloji hangi yöntemle getirilirse getirilsin, her zaman coğrafi koşullar büyük önem taşır. Teknolojiyi başarıyla ithal edebilecek ülkeler büyük pazarlara ya da temel deniz rotalarına (ya da bunların her ikisine de) yakın olmalıdır. Teknoloji, Meksika`ya; ya da Avrupa Birliği ülkelerinin komşuları olan Polonya ve Macaristan`a; ya da Çin`in sahil kesimlerine, Singapur`a, Hong Kong`a, Güneydoğu Asya’nın liman şehirlerine ve Güney Hindistan’ın kıyı eyaletlerine ulaşabiliyor. Ancak bu teknoloji; çok uzaktaki dağlık kesimlere (Ant’lardaki ülkelere), karanın içinde hap solmuş gelişmekte olan ülkelere (Orta Asya) ya da denizlerdeki limanlara uzak bölgelere (Çin`in orta kesimleri ya da Kuzey Hindistan gibi) ayni rahatlıkla ulaşamıyor. Küresel teknolojiyi yakalayamayan ülkeler genellikle çöker. Hatta yasam standardını bile koruyamaz. Bu ülkeler genellikle, dünya ekonomisinde kar marjı düşmekte olan kısıtlı miktardaki ürünü ihraç edebilir. Bakirin yerini fiber optik kablolar aldı. Hintkenevirinden elde edilen elyafın yerini yeni sentetik maddeler aldı. Başlıca satış ürünlerinin ticaretindeki uzun vadedeki düşüş, aslında, yeni teknolojik gelişmelerin bir yan ürünüdür. Demografik baskılar riski artırır. Yoksul ülkelerde; şehirleşme başlayana, kadınlar eğitim görene ve özellikle de çocuk yastaki ölümler azalana dek (bu unsurlar evli çiftlerin daha az çocuk dünyaya getirmelerine yol açar) hızlı bir nüfus artışı görülür. Ne var ki, teknoloji geliştirmeyen ülkelerde bu faktörler sağlanamaz. Teknoloji konusunda geri kalmışlık, şehirde bulunan üreticilerin ihracat rekabetini kısıtladığı için şehirlerde is bulma sansı çok azdır. Çocuk yasta ölüm oranı hep yüksek olarak kalır. Aileler çok sayıda çocuk sahibi olmayı sürdürür. Dolayısıyla her bir çocuk başına düsen sağlık ve eğitim yatırımı azalır; nüfus hızla artmaya devam eder. Bu demografik zorluklar yalnızca yoksul ülkelerde sefalet yaşanmasına yol açmakla kalmaz, dünyadaki herkesi tehdit edecek çevresel zararlara da (ormanların yok olusu ve biyo çeşitliliğin azalması gibi) yol açar. Yardim yöntemlerini yeniden gözden geçirmek Dünya nüfusunun belki de 2 milyardan fazlası, uluslararası stratejilerini değiştirmezse küresel büyümenin nimetlerinden yararlanamayacak. Bu konuyu birkaç farklı cepheden ele almak gerekir. * Halk sağlığı ve nüfus. Hastalıklar, -özellikle Afrika`da Sahra’nın güneyinde kalan- yoksul ülkelerde, kalkınmanın önünde bir engel ve iyo çesitliligin fazla olduğu kritik bölgelerde bir tehdit oluşturuyor. yabancı yatırımcılar, ekonomisi çok kötü durumdaki ülkelerden ve kalkınmanın önünü tıkayan sağlık problemlerinden uzak duruyor. Hasta olan çocukların, hem bilişsel ve fiziksel özürleri nedeniyle hem de eğitim-öğretimlerine ara vermek zorunda kaldıkları için yaşamları boyunca üretkenlikleri kısıtlanmış oluyor. bazı ülkelerin yoksul ülkelerdeki salgın hastalıkları kontrol etmek adına verdikleri çabalar yetersiz kalıyor. Afrika`daki sıtma salgını yılda iki milyon insanin canini almasına karşın, bu salgının önüne geçmek için tüm dünya genelinde harcanan para, belki de 50 ila 75 milyon dolardan ancak biraz daha fazla olabilir. Afrika`da AIDS`i kontrol altına almak adına -geçtiğimiz on yıl boyunca- yılda yirmi belki de otuz milyon dolar harcandı. Simdi bu hastalık Afrika`da yılda iki milyon insanin hayatini alıyor; her yıl 4 milyon insan bu hastalığa yakalanıyor ve genele bakıldığında HIV taşıyan 23 milyon Afrikalı bulunuyor. Bulaşıcı hastalıkları engellemek adına yapılan parasal yardim o kadar az ki, zengin ülkelerde yıllardır düzenli olarak uygulanan aşılama programı birçok yoksul ülkede hala uygulanamıyor. Oysa aşılamaya yapılacak çok makul bir harcamayla, Afrika`da ölümlerin ve hastalıkların önüne geçmek olanaklıdır. Gates Vakfı tarafından bağışlanan 1 milyar dolar bu acil sorunun nihayet üstesinden gelecek. Ölümcül salgın hastalıklara karşı savaş açılması gerekli. Clinton yönetimi, gelişmekte olan ülkelerdeki AIDS salgınının ABD`nin ulusal problemi olduğunu kabul etti. Afrikalı liderler, sıtmanın yarattığı yıkımı kısmen de olsa azaltmak için yılda 1 milyar dolarlık bağış yardımı talebinde bulundular. B.M. ise AIDS salgını için yılda 4 milyar dolarlık bir yardim çağrısında bulundu. Ayrıca, giderek yayılan tüberküloz salgınını azaltmak; kızamık, ishal gibi hastalıklardan milyonlarca insanin ölmesini engellemek için birkaç milyar dolara daha gereksinim var. Zengin ülkelerin toplamda her yıl 10 milyar dolar vermesi gerekiyor. Birinci dünya ülkelerinde yasayan 1 milyar insandan kişi başına her yıl 10 dolarlık bir harcama, milyonlarca insanin yaşamının kurtarılmasının yanında çok önemsiz kalıyor. * Uzak bölgeleri dünyaya bağlamak Son yıllarda NAFTA, Meksika’yı küresel yüksek teknoloji ekonomisine dahil etti. Ayrıca, Avrupa Birliği, Kuzey Afrika ve Orta Avrupa ile yeni ticari ilişkiler kuruyor. bazı ülkelere ayrıcalıklı davranılması anında bazı yararlar sağladığı bir gerçek. Ancak bunun yanında, yabancı dış yatırımı farklı bölgelere yönlendirdiği için dünyanın uzak bölgelerine zarar veriyor. Küresel taşımacılığın kartelleşmesi isleri daha beter hale getiriyor: uzak ülkeleri ana pazarlara bağlayan ticari yollar yüksek ticaret hacmi olan yollardan çok daha düşük bir rekabet sağlıyor. Yoksul ülke pazarlarına da açılacak çok taraflı yeni ticaret yolları bu sorunun üstesinden gelebilir.Dünya Bankası ile IMF, dünyanın uzak köselerini dünya ekonomisine dahil etmek için yeni bir yaklaşım benimsemek zorunda. İki kuruluş da yabancı yatırımları çekmek için; serbest ticaret bölgeleri, vergi muafiyetleri, yabancı yatırımlar ile ev sahibi hükümetler arasında ticari işbirliğine olanak tanımak gibi teşvik tedbirlerini reddetti. Oysa bunlar başka ülkelere uygulanıyor. Kosta Rika, Intel firmasını ülkeye çekmek için bazı teşvikler tanıdı. İsrail de bunu yaptı. İrlanda ise yabancı yatırıma uygulanan şirket vergilerini düşük tutarak kendi ekonomisinin hızla büyümesini sağladı. Zengin ve yoksul ülkeler, üretim maliyetini bölüşerek dünyanın uzak köselerine yeni teknolojiler götürmek için yeni işbirliği planları geliştirebilir. Enformasyon teknolojileri, uzaklığın yarattığı dezavantajların üstesinden gelebildiği için başka büyük bir fırsat sağlıyor. karanın içinde hap solmuş durumdaki ülkelerin (örneğin Moğolistan) başka ülkelere oranla enformasyon teknolojilerinin ihracatını (yazılım, veri, tele-pazarlama gibi) yapması çok daha avantajlıdır. ABD`nin, enformasyon teknolojisini destekleyen çok incelikli bir endüstri siyaseti var; gelişmekte olan ülkeler de bunu yapmalı. Daha da önemlisi; gelişmekte olan ülkelerin siyasi liderleri, enformasyon teknolojilerinin liderleriyle işbirliği yaparak, yoksul ülkelerdeki haberleşme olanaklarını artırmaları gerekiyor. Teknolojik ilerlemeleri desteklemek Dünyadaki ülkeler arasındaki en büyük eşitsizlik, teknolojiyi kullanma ve teknolojiyi yayma alanlarında yaşanıyor. Küreselleşme politikası bu ana sorunu göz ardı ediyor. Dünya Bankası’nın bilim ve teknoloji için verdiği borçlar ve parasal yardim; ABD`deki tek bir farmakoloji şirketinin Ar-Ge için ayırdığı bütçenin belki de onda birinden bile daha azdır. Dünya Bankası tropik bölgelerde tarım araştırmaları için her yıl 50 milyon dolar; sağlık araştırmaları için ise 10 milyon dolar ayırıyor. Ünlü farmakoloji şirketi Merc ise yalnızca 1999 yılı Ar-Ge bütçesine 2.1 milyar ayırdı. Bilgiye yapılan mali desteğin ise yarayabileceğini, yirminci yüzyılın önde gelen geliştirme enstitüsü Rockefeller Vakfı kanıtladı. Rockefeller`in yaptığı parasal yardımlar, Güney Amerika`da bağırsak kurtlarının yol açtığı hastalıkların yok edilmesini, Sari Humma asisinin bulunmasını, penisilinin geliştirilmesini; dünyanın dört bir yanında halk sağlığı okullarının açılmasını; dünyanın her bir yanında tip fakültelerinin kurulmasını; büyük araştırma merkezlerinin desteklenmesini; Brezilya`da sıtmanın denetim altına alınmasını; Asya`da "yeşil devrimin" yaşanmasını sağlayan araştırma merkezlerinin desteklenmesini ve daha pek çok şeyi sağladı. Bu başarıların bir tanesi bile kamu harcamalarından karşılanmadı. Rockefeller Vakfı esas olarak üniversitelerle ve hükümetlerle çalıştı. Teknolojinin geliştirilmesi için uygulanacak yeni strateji; hem yoksul hem de zengin ülkelerin akademi, hükümet ve endüstrilerinin işbirliği esas alınarak hazırlanmalıdır. Atılacak ilk adim, yüksek teknoloji üreten uluslararası şirketlerin gelişmekte olan ülkelerle teknolojik işbirliğini artırmaları sözünü vermesidir. Büyük ilaç şirketleri yoksul ülkelere tıbbi yardim için yüz milyonlarca dolar ve baskı altında kaldıkları için AIDS önleyici ilaçları düşük ücretlerle sağlama sözünü veriyorlar. Birinci dünya üniversiteleri ile bilim kuruluşları da yardim etmeli; etmek zorunda. Birçok Amerikan ve Avrupa üniversitesi deniz aşırı ülkelerde kampuslar kurdu. Ayrıca uzun dönemli öğrenci değişim programları uyguluyor. Ancak bunların hepsi de, uzun dönemli ortak araştırma çalışmaları sürdürmekten çok lisans eğitimine yönelik. Amerikan üniversiteleri vakıflardan ve bağışlardan 25 milyar dolar alıyor. Oysa bu paranın bir kısmını, gelişmekte olan ülkelerdeki ortak enstitülerle araştırma ve öğretim ilişkilerini güçlendirmek için kullanmalılar. yalnızca hayırseverlerden gelen parasal destek yeterli değil. Kamu harcamalarından da pay ayrılması gerekli. Geçtiğimiz yıl Michael Kremer ile ben; dünya çapında sıtma, tüberküloz, AIDS araştırmalarını denetlemenin bir yöntemi olarak kamu sektörünün teminatlarını kullanmayı teklif ettik. Başkan Clinton basarili asi üreticileri için vergi alınması teklifini benimsedi. Kamu yatırımları, yoksul ülkelerdeki sorunları çözmeye yönelik araştırma- geliştirme çalışmalarını finanse ederken, zengin ülkelerin yoksul ülkelerin yararına yeni teknolojileri satın alma konusundaki taahhütlerini de teşvik etmelidir. Hükümetler arası ilişkiler düzeyinde ise, uluslararası toplum, yoksul ülkelerdeki teknolojik ve bilimsel kapasiteyi geliştirmek adına kesin bir söz vermek zorundadır. Zengin ülkeler buna bağlı olarak, mülkiyet haklarına bir kısıtlama getirmelidir. Zengin ülkelerde; insan ve bitkilerin genetik dizilerinin ya da temel bilgisayar programlarının ya da uzun süredir bitkisel ilaçlarda kullanılan kimyasal bileşenlerin tek yanlı olarak patent hakları saklı tutuluyor. Bu tür yaklaşımlar küresel eşitsizlikleri daha da artıracaktır. Yeni teknolojik gelişmeler için yapılacak teşviklerle, yoksul ülkelerin çıkarları arasında daha iyi bir denge kurulmalıdır. En azından bir başlangıç Bretton Woods enstitüleri, eski tarzdaki, Üçüncü Dünya Ülkeleri`ne doğrudan müdahale modelinden vazgeçmelidir. Dünyadaki teknoloji, hastalık ve çevre sorunlarını çözme yönünde çaba harcamalıdır. Dünya Bankası’nın ülkelere parasal yardim yapmaktan çok, ülkelerin kalkınması için gerekli bilgiyi yaratması ve yayması gereklidir. Dünya sağlık Örgütü gibi B.M. daireleri yeniden tasarlanmalı ve genişletilmelidir. IMF`nin kalkınmayla uğraşmaktan vazgeçerek, küresel finans pazarlarını izleme isine geri dönmelidir. Daha fazla kaynak gerekecek. Her şeyden önce ABD`nin tutumunun değişmesi gerekiyor. Teknoloji lideri ve dünyanın birçok bölgesi için umut ışığı olan ABD, dış ülkelere en vasat yardımı yapan ülke durumundadır. Yoksul ülkelere yardim etmek için bütçesinden her Amerikalı başına yılda yalnızca 5 dolar harcıyor. Bundan sonra gelecek yönetimler olası en ucuz yoldan yeni yardim yöntemleri bulmak zorundadır. Yoksul ülkelere, bir yandan teknolojik gelişmeler, halk sağlığı ve başka gereksinimler için az miktarda para verirken, öte yandan ülkenin nasıl iyi yönetileceğine ilişkin ders vermek ucuz bir yöntemdir; ama bu ise yaramıyor. İdeolojik kavgalar sona erdi. Zengin ülkelerin gönenç düzeyleri şimdiye dek görülmemiş kadar yüksek hale geldi; dolayısıyla artık kendi acil gereksinimlerinin ötesinde islerle uğraşabilirler. Öte yandan, yoksul ülkelerdeki kriz ise akut bir hale geldi. Halihazırdaki küreselleşme stratejisinin yetersiz olduğu apaçık ortada. Bu strateji mutlaka değişmeli. Kısaltılmış Metin: Turgut Gürer Kaynak: Economist, 24 Haziran 2000 (1) Uluslarası Kalkınma Merkezi`nin yöneticisi; Harvard Üniversitesi`nde uluslararası Ticaret profesörü. Gelişmekte olan birçok ülkeye ve Doğu Avrupa ülkelerine danışmanlık yapıyor.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|