Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: TARİH
    Konu: Osmanlıda Toprak İdaresi


Osmanlı Devleti`nin kuruluş döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelişmesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de şüphesiz ki toprak sistemidir. Bu sistemin gelişmesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu. Bu sebepledir ki ortadan kalkıp tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatında önemli bir rol oynamıştı.
Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazı hususiyetleri taşıması gerekir. Toprak (ülke) bu hususiyetlerin başında gelmektedir. Çünkü her bağımsız devletin, hak ve salahiyetlerini, mutlak surette kullanabildiği, belirli sınırlarla tespit ve tayin edilmiş bulunan coğrafî bir toprak parçası diye tarif edilen "ülke" kavramı, ancak belli bir toprağa sahip olmakla mümkün olabilir.
İslâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin diğeri de cemaatin olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. İslâm öncesi Türk devletlerinin, kısmen yerleşik de olsa, göçebe hayat tarzı ve ananelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip oldukları bilinmektedir. Hayvanlarına otlak vazifesi görmesinden dolayı göçebeler için toprağın ehemmiyeti büyüktü. Eski Türklerde otlaklar, fertlerin değil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardı. Yedi su havalisinde oturan Kazak-Kırgızların isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardı. Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müşterek mülkiyetinde bulunan toprakların paylaşılması ve şahıs ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmişti. Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamıyla torağı temellük eder. Öldüğü zaman arazi, oğullarına miras kalır. Ancak vâris bulunmadığı zaman söz konusu olan toprak cemaata kalır. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir. Şayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafından onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalışılırdı. Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrılarak bir kira karşılığında geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi. Bu arazinin kiracılar elinde bırakılma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim şartlarına göre değişiyordu.
Türklerin İslâm’ı kabul edip İslâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarından sonra, dinî, iktisadî ve içtimaî hayatlarında değişiklikler meydana geldi. Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda olduğu gibi toprak hukuku ve idaresi bakımından da İslâmî prensiplere bağlı kaldılar. Bunun içindir ki, İslâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açıdan bu sistemi dört ana devreye ayırırlar. Bunlar:
a) İslâmiyetin başlangıcından Hz. Ömer`in halifeliği dönemine kadar olan devre,
b) Hz. Ömer devri,
c) Abbasi ve Selçuklu devri,
d) Osmanlı devre.
İslâm medeniyeti içerisinde başlı başına bir devreye konu olabilecek olan Osmanlı toprak uygulaması, gerçekten toprak hukuku bakımından büyük bir önem arz eder. Filhakika Osmanlılar, birçok müessesede olduğu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki Müslüman devletlerin tatbikatından istifade etmişlerdi. Zaten onlara bigâne kalmaları da mümkün değildi. Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda olduğu zaman bile, İslâmî bir sistemin yerleşmesi için çalışıyordu. Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanlı Beyliği’ni siyasî ve kültürel bakımlardan, klasik İslâm geleneklerinin ihyasını hedef tutan bir devlet olmaya doğru geliştirdiler. Osman Gazinin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler. Onların etrafında karakterini dil ve ırktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettiği bir "Osmanlılar cemiyeti" teşekkül etti.
İslâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlılardan önceki Müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk İslâm devletlerinde uygulanmıştır.
Selçukluların, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanın, kendi başlıca dayanağı olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabancı sahalarda yerleştirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden doğmuştur. Bu suretle yavaş yavaş toprağa bağlanan göçebeler, hem bir karışıklık âmili olmaktan çıkıyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teşkil ediyorlardı. Bu usulün ehemmiyet ve faydası, bilhassa Bizans`tan zapt edilen yeni sahalarda daha açık bir şekilde görünüyordu. Kısmen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve Kısmen de yerlerinde bırakılan yerli ahaliden kalmış geniş Anadolu toprakları, Selçukluların takip ettikleri ikta sistemi sayesinde yavaş yavaş Türkleşti.
Osmanlıların, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alıp tatbik ettikleri tımar sistemi, Osman Gazi ile baslar. O, zapt ettiği bütün yerleri tımar olarak silah arkadaşları ile askerlerine veriyordu. İtaat eden yerli halkı da yerinde bırakıyordu. Hatta o, arkadaşlarından bazılarının uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçırmalarına engel oluyordu. Aşık Paşazâdeye göre o: "Her kime kim bir tımar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldüğü vakitte oğluna ve eğer küçücük dahi olsa vireler. Hizmetkârları sefer vakti olacak sefere varalar, tâ ol sefere yarayınca. Ve her kim kanun düzse Allah andan râzı olsun. Ve eğer neslimden bir kişi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzı olmasın" demiştir. Selçuklu uygulaması ile ayni özellikleri taşıyan bu sözlerden su sonuçlar çıkmaktadır:
1- Sebepsiz yere hiç kimsenin tımarı elinden alınamaz.
2- Tımar sahibinin ölümü halinde tımarı oğluna intikal eder.
3- Oğul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine Hizmetkârları sefere gideceklerdir.
Anadolu`da, Osman Gazi ile başlayan tımar sistemi, ondan sonra gelen torunları tarafından devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamanında tımar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayıt bulunmaktadır. Ayrıca gazilerin yani tımar erlerinin yeni zapt edilen uslara yerleştirildiği hakkındaki rivayetler de tımarların askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamıza vesile olmaktadır. Hatta tımarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeşlerine karşı harplere katılıyorlardı. Rumeli fetihleri başlayınca tımar sistemi oralarda da uygulanmaya başladı. Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil`a tımar olarak verildiği ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhatı ehemmiyet kazanınca Anadolu`dan pek çok halk ve bazı Türk aşiretleri oradan alınıp Rumeli`ye iskan ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini sağlamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durum sebebiyle, tımar sistemi daha da yaygınlık kazanmaya başladı.
Başlangıçta "Has" ile "Tımar" seklinde ikiye ayrılmış olan birlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katılması ile üç kısma ayrıldılar. Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ölünce, onun yerine Kara Ali oğlu Kara Timurtaş Paşa beylerbeyi olmuştu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtaş Paşa, "Has" ile "Tımar" arasında "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takip ettiği muhakkak olan bu toprak sistemi, toprağın mülkiyet hakları ile ilgili değildir. Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alıkonulmuş topraklar rejimi, Osmanlı Devleti`nde en geniş ölçüde ve en serbest bir şekilde tatbik edilebilmiştir. Bu rejimde, toprağın menfaati kendisine bırakılan sınıf, toprağı fiilen isleyen reâyâdır. Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanlı reâyasının sahip bulunduğu haklar, Avrupa`daki "Serf`lerin sahip olduğu haklar ile kıyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir. Konuyu daha netleştirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanlı reâyasının muasırı olan Avrupa`daki serflikten ve onların durumundan kısaca söz etmek gerekir.
Avrupa`da toprağa yerleştirilmiş olan köle (serf, çiftçi) bazı isleri hür insanlar gibi yapamaz. O, birçok haktan mahrumdur. Derebeylik sisteminin getirdiği feodalizme göre serfler, hukukî bakımdan diğer insanlardan tamamen farklı bir hüviyete sahiptirler. Aşağıdaki maddeler, onların nasıl bir statüye sahip olduklarını ortaya koyacaktır:
a- İstedikleri ile evlenemezler, başka senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez.
b- Serflerin mirası hür olan insanlarınki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler.
c- İstedikleri mesleği seçme, çalışıp çalışmamada serbestlikleri yoktur.
d- Efendilerinin angarya islerinde çalışmak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var.
e- Serfleri cezalandırmak efendilerine aittir.
f- Serfler, ruhban sınıfı ve manastırlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karşı şahitlikleri kabul edilmez.
Serflerin içinde bulunduğu bu duruma karşılık Osmanlı reâyâsı hür insanlardı. Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler. Serf veya ortakçı kullarla bir ilgileri yoktur. Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapısında görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karışık dinî ve sosyal grupları bünyesinde toplayan Osmanlı Devleti`nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz. sınıf teşekkül ve kavgasına zemin hazırlamayan Osmanlı toplum yapısı, başka toplumlarla kıyası mümkün olmayan sosyal bir özellik arz eder. Bati insaninin yüzyıllar boyu sürdürdüğü sınıf mücadelesini ve kölelikten kurtulma savaşının izlerini Türk içtimaî hayatında görmek mümkün değildir.
Osmanlı Devleti kurulduğu ve daha sonra fetih ettiği memleketlerde, bir çeşit toprak köleliğinin mevcut olduğu düzensiz bir derebeylik nizami ile karşılaşmıştır. Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacağı düzensizlikleri önlemek için mevcut toprak düzenine süratle müdahale etmiş, toprağa dayanan asalete son vermek suretiyle, toprağı isleyenleri serf olmaktan çıkarmış, derebeylik yerine tımar sistemini, serf yerine tımar sahibi olan sipahî ile aralarında sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çeşit aynî hak sahibi kiracıya benzer toprak mutasarrıflarını ikame etmiştir. Böyle bir toprak düzeni ise toprağın mülkiyetinin devlette olmasıyla mümkündür. İşte bunun içindir ki Osmanlı hükümdarları, İslâm fetihlerinin başlangıcında olduğu gibi, fethedilen toprakların bir kısmının mülkiyetini halka bırakırken, bir kısmının rakabesini hazine için alıkoymuş ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmiştir.
Başlangıçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrıldığı Osmanlı Devleti`nde, bilahare arazinin tamamına yakın bir kısmı mirî rejime tabi tutulmuştur. Üsküp ve Selânik kanununun başına koyduğu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî oluş sebeplerine temas ederken ayni zamanda, İslâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder. Ona göre:
"Bilâd-i İslâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i şerife üzere üç kısımdır:
Bir kısmı arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasında) ehl-i İslâm`a temlik olunmuştur. Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir). Sâir malları gibi nice dilerlerse tasarruf ederler. Ehl-i İslâm üzerine ibtidâen haraç vaz`i, na mesrû olmağın (meşru olmadığı için) öşür vaz` olunmuştur. Ekerler, biçerler, hâsıl olan gallenin öşründen gayri asla bir habbe alınmaz. Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler. Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür. Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir.
Bir kısmı dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasıllarından öşür yahut sümün yahud subu`, yahud südüs, nisfa değin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzın tahammülüne göre haraç-i mu kaseme vaz` olunup yılda bir miktar akça dahi haraç-i muvazzaf vaz` olunmuştur. Bu kısım dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir. Bey`a ve sıraya (satma, satın alma) ve sair enva-i tasarrufa ta kadirdirler. İştira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, haraç-i mukasemin ve haraç-i muvazzafın verirler. Ehl-i İslâm iştira etseler dahi kefereden alına gelen haraçları sâkıt olmaz (haraçları düşmez). Bi kusur edâ ederler. Eğerçi ehl-i İslâm`a ibtidâen haraç vaz` olunmak mesru değildir. Amma bekaen alınmak meşrudur. Mutasarrıf olanlar eğer ehl-i zimmettir eğer ehl-i islâmdır madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edip ta`dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-i Irak arazisi böyledir. Kütüb-i şer`iyyede mestûr ve meşhur olan arazi bu iki kısımdır.
Bir kısım dahi vardır ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir. Âna arz-i memleket derler. Asli haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olunduğu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeyinlerinde taksim olunup her birine bir cüz`î kit`a degüp her birinin hissesine mabeyinlerinde taksim olunup her birine bir cüz`î kit`a değip her birinin hissesine göre haraçları tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmağın rakabe-i arazi, beytü`l-mal-i müslimîn için alıkonulup reâyaya ariyet tarikiyle virülüp ziraat ve hiraset idüp, bağ, bahçe ve bostan idüp hâsıl olandan haraç-i mukasemin ve haraç-i muvazzafın vermek emr olunmuştur. Sevad-i Irak`in arazisi eimme-i din mezheplerinde bu kabildendir.
Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur. reayanın mülkleri degüldür. Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp öşür adına haraç-i mukasemesin ve çift akçesi adına haraç-i muvazzafın virüp madem ki, ta`til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya değin nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta oğulları kendilerin makamlarına kayamlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler. Oğullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alınıp tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler."
Görüldüğü gibi devlet, reayanın elindeki toprağın miras yolu ile parçalanması, serbest alışveriş usûlü ile gelişigüzel sahip değiştirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerine müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düşüren muameleleri önleyici hükümler koymuştu. Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey`u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat şer`an ve örfen memnudur denilmektedir.
Müslüman Devletlerde arazinin mîrî oluş şekillerini söyle sıralayabiliriz:
a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde bırakılmayarak devlete (beytü`l-mal) mal edilmek suretiyle. İslâm hukukuna göre devlet başkanı bu arazi ile ilgili olarak istediği gibi tasarrufta bulunabilir.
b) Fetih esnasında nasıl muamele gördüğü belli olmayan arazi.
c) Mülk araziden olan toprağın, mâlikinin mirasçı bırakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmaması halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile.
d) Toprağın, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle.
e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak.
Osmanlı toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar:
1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü`l-male ait)
2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)
Tafsilatına girmeden,sadece kaç kısım olduğuna işaret ettiğimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3. maddesinde söyle tarif edilmektedir:
"Arazi-i emirîyye, beytü`l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye`den icra oluna gelen tarla ve çayır ve yaylak ve kışlak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferağ ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan tımar ve zeamet ashabının ve bir aralık mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahhar an bunların ilgisi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye`den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarrıfları yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir."
1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlılarda arazi:
a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere beş gruba ayrılmaktadır:
a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kısımdan ibarettir:
1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir.
2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüştürülen yerlerdir.
3- Ösrî topraklardır.
4- Haracî topraklardır.
Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarını diledikleri gibi kullanır, isler, satar, hibe veya vakıf edebilir. Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir.
b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kışlak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden tımar ve zeamet sahipleri tarafından kullanılan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmiştir.
c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmiş olan topraklardır. Vakfı yapan (vâkıf) tarafından tespit edilen şartlara göre kullanılır.
d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapılan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkının birlikte istifade edebilmesi için bırakılan mera, koru vs. gibi yerlerdir.
e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemiş bulunan ve imar bölgeleri dışında bırakılmış olan topraklardır.
TIMAR (DIRLIK)
Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaşlarda yararlılığı görülen, kale yapım ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahitlere, askerlere ve diğer bazı hizmet erbabına dağıtılarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser`î vergileri toplaması seklinde belirlenebilir. Toprağın "rakabe" denilen çıplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki tımar sahibine aittir. Daha önce de temas edildiği gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan oğula intikal etmekte, ancak tımar sahibinin toprağı satması, hibe etmesi, bağışlaması, rehine koyması veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün değildir.
Osmanlı Devleti`nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak tımar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çıktı. Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelişmişti. Osman Gazinin fetihleri ile ortaya çıktığını daha önce gördüğümüz bu uygulama, I. Murad döneminde teşkilâtlı ve sistemli bir kurum haline geldi. Önceleri tımar ve has diye ikiye ayrılan dirliklere bu devirde Kara Timurtaş Paşa yardımıyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kısım daha ilave edildi.
Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan tımar sistemi, Osmanlı toprak rejiminin temelini teşkil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, içtimaî, askerî ve idarî teşkilâtların tamamı büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydı. Toplum hayatında en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varıncaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sağlıyorlardı.
Toprak taksimatının en küçük bölümü olan tımar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasında değişen askerî dirliklere verilen bir isimdir. Devrin imkânları göz önünde bulundurularak bir kısım asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak sağlanmıştır. Nitekim bu mânâda "zeâmet ve tımar ki defi ada için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunları tasarruf edenlerdir denilmektedir. Keza, İslâm Ansiklopedisindeki geniş makalesinde Barkan da bu mevzuda şunları söylemektedir:
"Osmanlı İmparatorluğunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarına tahsil salâhiyeti ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir." Kendisine böyle bir imkân tanınan kişi (tımar sahibi, sipahî), buna karşılık bâzı vazifelerle mükellef tutulmaktadır. O, batıdaki toprak sahiplerinin, serflerine karşı takındıkları tavır gibi bir pozisyonda bulunamaz. Keza, tımarı içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sıfatıyla müdahalede bulunamaz. Zira "Osmanlı İmparatorluğunun adlî düzeni icabı, herhangi bir cezanın tatbiki için bütün suçların kadı mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tespit edilerek hükme bağlanmış bulunması lâzımdır. Ne kadar kudretli kişiler olurlarsa olsunlar, tımar sahipleri reâyanın hukuk ve ceza dâvalarına bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip değildi. Hatta diğer askerî sınıf mensupları gibi, tımar sahiplerinin de kendi reâyası ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icap ediyordu. Mahkeme kararı olmaksızın, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulması, işkenceye tâbi tutulması veya para cezası ödemesi câiz değildi." Osmanlılarda toprağın rakabesi devlete aittir. Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutulduğu vergiyi doğrudan doğruya devlet değil ve fakat onun adına bir maaş karşılığı olarak herhangi bir memur alır ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "tımar sistemi" adi verilmektedir. Sipahî, tımarı içinde çalışanlara haksiz bir ceza veremeyeceği gibi, onlara angarya da yükleyemez. Zira Osmanlılarda, tımarı içinde, sipahinin bir kısım toprakları kendi nâm ve hesabına isleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan reâyanın işgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadığı anlaşılmaktadır. Ayni şekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasında, büyük ölçüde ekonomik bir farklılaşma görülmez. Birisi, idarî askerî vazifeler karşılığı toprak gelirinden istifade ederken, diğeri sadece emek karşılığı bu ürünlerden faydalanmaktadır. Osmanlı cemiyetindeki bu iki sınıf insanin emeklerini toprak geliri ile karşılaması, maddî farklılaşmayı ortadan kaldıran önemli bir âmil olmuştur.
Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tespit ve tâyin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile salâhiyetli değildi. Salâhiyetini tecavüz edenden de dirliği, bir daha geri verilmemek şartıyla alınırdı. Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Ağustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadılarına yazılan bir hükümde, Divriği Beyi Kasim`in seriat ve kanuna aykırı olarak reâyâya haksizlik ettiğinin mahkeme tarafından tespit edilmiş olması cihetiyle, sancağının tebdiline karar verildiği bildirilmektedir. Ayni seneye 973 (1565) ait başka bir belgeye göre Avlonya Kadısına yazılan bir hükümde de mezkûr kazaya bağlı Aspurokilise adındaki köyde tımar tasarruf eden Burhan oğlu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çeşitli kötülük ve haksızlıkları bulunmakla hapsedilmesi ve tımarının elinden alınmasına dair tafsilâtlı bilgi verilmektedir. Ekonomik ve sosyal durumları ile dinî inançları tamamen farklı, çeşitli kavimlere mensup kimseleri sınırları içinde barındırarak onları tebaa edinen Osmanlı Devleti, böylece tımar sahibinin yapabileceği herhangi bir haksızlığın önünü almış oluyordu.
Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir. O, arazinin gerçek sahibi değildir. Bunun içindir ki devlet, tımarların kapalı bir sistem halinde çalışmasını engellemek, onları devamlı kontrol etmek ve gerektiğinde müdahalede bulunmak için devamlı surette buralara çeşitli memurlarını gönderir. "Tımar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmiş olan arazi ve reâyâya ait ser`î veya örfî bir takım hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarına toplayıp onların gelirleri ile birtakım vazifelerin ifâsını temin ettiklerini biliyoruz. Bununla beraber, sipahî tımarlarını, malî bakımdan hârice karşı tamimiyle kapalı ve müstakil bir bütün, bir muafiyet (imnunite) sahası olarak kabul etmek de mümkün değildir. Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyeti hususları, sıkı bir şekilde merkeziyetçi bir devlet teşkilâtı tarafından mürakebe edilmekte ve sipahî tımarına, muhtelif hak ve vazifeler dolay isiyle birçok devlet memuru girip çıkmaktadır."
TIMAR SISTEMININ TEKÂMÜLÜ
Osmanlılarda, Osman Gazi ile başlayan tımar sistemi, Yıldırım Bâyezid zamanında Timur`la yapılan savaştan dolayı bir duraklama devresine girmişti. Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermiştir. Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarına uygun olarak, devlet teşkilâtını tanzim etmek ve bu arada tımar sistemini geliştirmek için yeni kanunlar çıkarmıştır. Nitekim o, tımar sisteminin düzenlenmesi, tımar topraklarının arttırılması ve aksaklıkların giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmuştu. Onun, aslında devlete ait olup çeşitli yollarla devletin elinden çıkarak mülk veya vakıf haline gelmiş olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meşhurdur. Bu dönemde bütün vakıf ve mülkler gözden geçirilerek 20.000`den fazla köy ve mezra vakıf veya mülk olmaktan çıkarılıp sipahilere dağıtılmıştır.
II. Bâyezid (1481-1512) zamanında tımar teşkilâtında pek büyük bir değişiklik yapılmadı. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde tımar sistemi mükemmel bir şekilde işlenmiş, sipahî ve "cebelû"lerin miktarı 1514 yılında 140 bin kişiyi bulmuştu.
Tımar teşkilâtı, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulaşmıştır. Kanunînin tımarlarla ilgili fermanları bu hususta çok açık birer delil teşkil etmektedirler. Keza bu dönemdeki tımar sayısından ve "cebelû" miktarından da haberdar bulunmaktayız. Nitekim, Kanunî zamanında irili ufaklı 37521 tımar vardı. Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu. Bunlardan 9653`ü kale muhafız tımarı, geriye kalan 27868`i ise tamımıyla eşkinci tımarı idi. Bahis mevzu 27868 eşkinci tımarı sahiplerinin, harbe beraber götürmek mecburiyetinde oldukları "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhlı ve zırhlı askerlerle 70-80 bin kişilik atlı bir tımarlı sipahî ordusu teşkil ettikleri tahmin edilmektedir. Padişahın hassa ordusu demek olan İstanbul’daki Kapıkulu Ocaklarının bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarında idi. Kanunî zamanında bütün müesseseler gibi dirlik (tımar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulaşmıştır. Bu dönemdeki tımarlı asker sayısının yukarda verilenden daha fazla olduğu ve bunun 200 bin civarında bulunduğu da söylenmektedir.
Osmanlı toprak düzeninde dirlikler, üç kısma ayrılıyordu. Bunlar:
a) Has: Padişah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarına tahsis edilip, senelik hâsılatı 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirinin her beş bin akçesi için bütün masrafları kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetiştirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi. Haslar irsî değildir.
b) Zeâmet: Senelik hâsılatı 20-100 bin akça arasında değişen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçesi kılıç hakkı olduğundan, zeâmet sahibi bunun dışında kalan her beş bin akça için bir "cebelî"yi yetiştirmek ve harbe götürmek zorundaydı. Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve tımar defterdarlarına, zeâmet kethüdalarına, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarına, kapıcıbaşilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunların büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alınmazdı.
c) Tımar: En küçük kategoriyi teşkil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasında olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kılıç hakki değişmektedir. Nitekim, Rumeli`de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000`lik tezkireli tımarların kılıçları 3`er bindir. Anadolu, Karaman, Maraş, Rum, Diyarbakır, Erzurum, Haleb, Sam, Bağdat ve Kıbrıs eyâletlerindeki tezkireli tımarların kılıçlan ise 2 bindir. kılıç hakkinin dışında kalan her üç bin akça için tımar sâhibi bir "cebelî" yetiştirmek zorundadır.
Osmanlı toprak rejiminde her dirliğin çekirdeğini teşkil eden ve "kılıç" adi verilen bir kısım vardır. Tımarlar, kılıç tâbir edilen ve hiç değişmeyen bir çekirdek kısmı ile bu kısma zamanla ilâve edilmiş olan hisselerden teşekkül eder. tımarların bulunduğu yer ve durumuna göre farklılık arz eden her "kılıç"a bir tımar sahibinin tayin edilmiş olması lâzımdır. Bir kılıç yerine iki kişi tayin edilemez. Bu, her sancaktaki zeâmet ve tımarların büyüklü-küçüklü dağılış seklinin ve kadro mevcutlarının aynı kalmasını temin için bas vurulmuş bir çaredir.
TIMAR ÇESITLERI
Osmanlı toprak düzeninde, tımarları sınıflandırmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onları tiplerine göre birkaç kısma ayırabiliriz. Bunlar:
1. Tımar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:
aa) Mülk tımarlar: Anadolu`nun bazı vilâyetlerinde mevcut olan bu tip tımar sâhipleri, sefer anında yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere iştirak etmeyebiliyorlardı. Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen tımar sahibinin bir yıllık geliri hazine tarafından alınırdı. Fakat tımar başkasına verilmezdi. Ölümü halinde oğluna, yoksa diğer mirasçılarına kalırdı.
bb) Mülk olmayan tımarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatının bir kısmının tahsisi suretiyle verilen tımarlardır ki, Osmanlı tımarlarının çoğu bu nevimdendir.
2. Tımar sahiplerinin gördüğü islere göre:
aa) Eşkinci tımarları: Bunların sahipleri alay beyinin sancağı altında sefere eserler (giderler). "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip tımarların mutasarrıfları, sefere esmedikleri zaman tımarlan ellerinden alınırdı. Osmanlı toprak sisteminde bu nevi`den olan tımarlar çoğunlukta idi.
bb) Mustahfiz tımarları: Bu tımarların sahipleri, mensubu bulundukları kale muhafazasında bulunurlardı.
cc) Hizmet tımarları: bazı serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen tımarlardır.
3. Veriliş şekillerine göre:
tımarların, beylerbeyi tarafından veya İstanbul’dan verilmesine göre sınıflandırılması ile ilgilidir. Buna göre tımarlar ikiye ayrılmaktadır:
aa) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri tımarlara bu isim verilirdi.
bb) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratları ile verdikleri tımarlara da tezkiresiz adi verilir.
Küçük tımarların dağıtılmasında beylerbeylilerin salâhiyetleri büyüktü. Muhtelif eyâletlerde değişik baremlerde olmak üzere defter yazıları belirli bir rakamın altında olan tımarların sahiplerini beylerbeyiler kendi tuğralarını taşıyan beratlarla doğrudan doğruya tâyin edebiliyorlardı. Daha büyük bir gelir sağlayan tımarlarda ise beylerbeyi, o tımara hak kazanmış olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder. Bu sipahinin beratı, devlet merkezinden verilirdi. Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, İstanbul’a giderek 6 ay içinde beratını almak zorunda idi. Aksi takdirde tımarının gelirinden faydalanamazdı.
doğrudan doğruya beylerbeyi tarafından verilen tezkiresiz tımarların defter geliri düşüktür. Bunların en büyüğü Rumeli`deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs.) Sam, Haleb, Diyarbakır, Erzurum ve Bağdat bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kıbrıs eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalık geliri olan tımarlardır.
Osmanlı tımar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli tımarların bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyişidir.
4. Malî durumlarına göre:
aa) Serbest tımarlar: Tımar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kışlak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs. gibi vergileri, alma hakkına sahip bulunduğu tımarlardır, (dirliklerdir). Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nişancı, defterdar, divan kâtipleri, çavuşlar çeribaşıları, subaşılar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir. Bunlar, bazı imtiyazlara sahiptirler.
bb) Serbest olmayan tımarlar: Böyle bir tımarı tasarruf eden sipahînin, serbest tımar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur. Onun için yukarıda adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabına alamaz.
Çeşitli yönleri ile tetkik ettiğimiz tımar sisteminin geçirmiş olduğu merhaleler ile farklı sebeplere bağlı olarak aldıkları değişik isimleri gördük. Beldiceanu, kendine göre ve özellikle tımar tasarruf eden kimselere göre ayrı bir sınıflandırma yapmaktadır.
TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen tımar sistemi, bu Padişahın ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye başlamış olacaktır. Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar tımarların kılıç ehli elinde ve ocak zâdelerde bulunduğunu, bu sınıfa yabancı ve kötü kişilerin girmediğini keza tımarların büyükler ile âyânın sepetine de girmediğini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmediğine işaret eder. Fakat XVI. asrin sonlarına doğru tımarların iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr sağlayabilmeleri için reâyâya haksızlıklarda bulunmaları, bozulmanın başlangıcı sayılmaktadır. III. Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almıştı. Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek Çeşitli yollardan tımar sahibi olan kimseler türedi. Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "boşalan tımar ve zeâmetler de eski kanunlara aykırı olarak İstanbul tarafından verilmeye başlandı. İleri gelenler ve vükelâ, boşalan yerleri adamlarına ve akrabalarına verip, İslâm memleketinde olan tımar ve zeâmetin seçmelerini ser`-i şerife ve yüksek kanuna aykırı olarak kimini mülk olarak, kimini vakıf olarak, kimini vücudu sıhhatte olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve tımar, ileri gelenlerin yemliği oldu. Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve şevkete sebep olan askerinin harap olmasına sebep oldu. Halbuki paralı asker, aşağı tabaka halkından devsirilirse hiç bir yararlığı olmaz. Aksine bunlar, barış günlerinde azgınlık ve isyana sebep olup ser aleti olduklarından epeyce zamandan beri taşkınlığın ardı arkası kesilmemektedir. Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin ağaların, müteferrika, çavuş ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, Padişah nedimlerinde bölük halkının ileri gelenlerinde bir çok tımar ve zeametler olup, kimi hizmetkârları üzerine, kimi azadesiz kullan üzerine berat çıkarmışlardır. Nâm adamlarının olup, mahsûlü kendileri yerler. İçlerinde öyleleri vardır ki, yirmi otuz belki, kırkelli kadar zeâmet ve tımarı bu yoldan alıp, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevşen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler. Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanın sebep ve şekillerini göstermeye çalışmıştır.
İltizam usûlünün dogması, tımarların akraba ile yakınlara dağıtılması ve rüşvetin ortaya çıkması sonucu, tımar sahiplerinin askere gitmemesi üzerine bas gösteren bozulmanın sebeplerini söyle sıralayabiliriz:
a) Merkezî devlet bürolarında tımar kayıtlarının son derece karışık bir hâle düşmesi. Tımar sahiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamalarının türlü tesirler altında iyi bir şekilde yapılamaması ve bu yoklamaların daha sonraki tımar dağıtımı için iyice muhafaza edilmemesi.
b) Bos kalan tımarların, istihkak sahiplerine verilmesi yerine bir kenara ayrılarak (sepete konarak) Çeşitli hileli yollarla bazı nüfûzlu kişilerin adamlarına verilmesi.
c) Is adamı vasfındaki yeni tımar sahipleri, sefer zahmetinden, baç ve can korkusundan halas olup safâ ve huzur içinde kâr ve kazançları ile meşgul olabilmek için, harp zamanlarında tımarlarını bir takım aracılara, seferden dönüşte bu tımarlardan eski sahipleri lehine feragat etmek şartıyla, devir ve tahvil ettirmenin yolunu bulmakta idiler.
Görüldüğü gibi tımar sisteminde, reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadır. Bunların, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği, kanunnâme, adaletnâme ve zaman zaman ısdar edilen fermanlarla tespit edilmişti. Bununla beraber bu üçlünün bazen birbirlerine karşı olan yanlış davranışları, Osmanlı sosyoekonomik tarihinin en önemli konusu olmuştur. Bilindiği gibi dirlik sisteminde devlet, arazinin rakabesine yani çıplak mülkiyetine sahiptir. Sâhib-i arz veya tımar sahibi adıyla da anılan sipahi ise devlete ait araziyi isleten, devletin reâyâdan alacağı vergileri toplayan kimsedir. Sipahi, topladığı bu paraların bir kısmını kendine ayırmakta, kalan kısmı ile asker besleyip bu askerlerle birlikte seferlere iştirak etmektedir. Bu durumu ile sipahi, mîrî toprağı isleyen bir devlet memurudur. Bu bakımdan, reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. O, sorumluluğu altında bulunan topraklarda devletin otoritesini temsil etmektedir.
Reâyâ ise üzerinde yaşadığı topraklan isleyip Bunların vergisini devlet adına sipahiye vermek zorundadır. O asırlarda halkın elinde nakit para pek fazla bulunmadığından vergileri aynî (mahsûl) olarak öderlerdi. Reâyâ bu mahsulü teslim etmek üzere kendisine en yakın pazara götürmek zorunda idi. Sipahi, reayanın bunu daha uzaktaki pazara götürmesini isteyemezdi. Bundan başka reâyâya eziyet edilmesine, maddî ve manevî külfet yüklenmesine (angarya) izin verilmezdi. Devlet, sipahi, reâyâ üçlüsünün statüleri ve karşılıklı mükellefiyetleri "Tahrir Defterleri"nin başında yer alan sancak kanunnâmelerinde geniş ve etraflı bir şekilde belirlenmiştir. Ayrıca siyaset nâme nevinden olan eserlerde devletin bekasının reâyâ ile mümkün olduğu ifade edilmektedir. Nitekim Kâtib Çelebi (Düsturu`l-Amel li Islahi`l-Halel, İstanbul 1280, s. 124) söyle demektedir: "Evvela reâyâ ve berâyâ selâtin ve ümerâya vediat-i ilâhiye olduğundan gayri La mülke illâ bi`rricâl, velâ ricâle illâ bi`s-seyf velâ seyfe illâ bi`l-mal, velâ mâle illâ bi`rraiyye, velâ raiyye illâ bi`l-adl."
farklı sebeplere bağlı olarak bozulmaya yüz tutan tımar sisteminin ıslahı için, Çeşitli tedbirlere bas vurulmuş olmakla beraber, bu gidisin önü bir türlü alınamamıştır.
Kurulusundan beri, Osmanlı Devleti`nin ekonomik, sosyal ve askerî tarihinde büyük bir rol oynayarak önemli bir hizmet ifa etmiş olan tımar rejimi, birkaç asırdan beri buhranlar içinde geçen hayatinin son safhasında sessiz sedasız bir şekilde ve herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalktı. Tarihe mal olması Çeşitli safhalar geçiren bu sistemin ilk tatbikatı,
1703 senesinde Girit adasında başladı. Ülkenin diğer mıntıkalarındaki tımarlar ise 1812 yılından itibaren mahlul oldukça (boşaldıkça) başkasına verilmemeye başlandı. Bu uygulama ile tımar sahiplerinin sayısı gittikçe azalmaya yüz tuttu. Nihayet, Yeniçeri Ocağı’nın lav edilmesi ile muntazam ve disiplinli bir askerî sınıf vücuda getirildikten sonra, intizamlarını büsbütün kaybetmiş olan tımar sahiplerinin de eskiden olduğu gibi kendi hallerine bırakılması uygun görülmedi. Bu sebeple H. 1263 (M. 1848) senesinde bütün tımar sahipleri kaydı hayat şartıyla ve yarim tımar bedeli ile emekliye sevk edilerek tımar sistemine son verildi.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |