|
Genel Bilgiler Atatürk ilkeleri, Atatürk`ün Türk Devrimi`ni gerçekleştirirken uyguladığı yöntemlere temel oluşturan düşüncelerin, sistemli bir biçimde ifade edilmesidir. Türk Devrimi ise, Atatürk ilkelerinin uygulama haline dönüşmüş şeklidir. Atatürkçü Düşünce Sistemi içinde ortak görüş ve eylemlerden birbirine bağlı bir bütün oluşturan Atatürk ilke ve devrimleri, Türkiye`yi, çağdaş uygarlık düzeyine en kısa sürede ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yoldur. Atatürk ilkelerini anlayabilmek için, öncelikle oluştuğu ortamın koşullarını, ilkelerin amaç ve ortak özelliklerini ile dayandığı temel esasları gözden geçirmek gerekmektedir. Atatürk İlkelerinin Oluştuğu Ortam Atatürkçü Düşünce Sistemi`ni oluşturan ilkeler, birdenbire belirlenip uygulamaya konulmuş değildir. Yüzyılların birikiminin bir sonucudur. Osmanlı Devleti`nin XVI. yüzyıldan başlayarak içine girdiği olumsuzluklar ve bunlara karşı zaman zaman devlet adamları ve aydınların çözüm arayışları, Batılı bazı değerlerin benimsenmesiyle sonuçlanmıştı. Ancak bu devleti yenileştirme, iyileştirme çabaları, yenilikçi bazı devlet adamlarının kişilikleriyle ilgili kaldığından, reform hareketinin ötesine gidememiş, devrim hareketine dönüşememişti. Üstelik getirilen batılı uygulamalar, eskinin doğu düşüncesine göre kurulan kurumları, kaldırılmadan konulduğu için, toplumdaki çatışmayı ve çözülmeyi daha çoğaltmıştı. Toplumdaki çatışmayı ve çözülmeyi arttıran, başka etkenler de oldu. Fransız ve Amerikan ihtilalleriyle dünyaya yayılan özgürlük, eşitlik, adalet, milliyetçilik, ulusal egemenlik, laiklik, cumhuriyet gibi değerler farklı dillere, dinlere ve ırklara ait insanların yaşadığı Osmanlı Devleti`nde de kısa sürede etkisini gösterdi. Devletin gayri Müslim halkı, bu fikirlerin etkisiyle, her biri ayrı birer millet olduklarının bilincine vararak kendi ulusal devletlerini kurmak için, bağımsızlık hareketleri içine girdiler. Türkler ise, yüzyıllardan beri kendilerine ümmet bilinci aşılandığı için, ne olduklarını unutmuşlardı. Bu nedenle de dönemin milliyetçilik düşüncelerinden en son etkilenen, Türkler oldu. Reformların, devrime dönüşememesi nedeniyle, yetersizliklerin ortadan kaldırılamaması ve devletin hızla parçalanma süreci içine girmesi, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı aydınları yeni arayışlara yöneltti. Osmanlıcılık adı verilecek bu arayış, bütün farklı kimlikleri kişisel çıkar ve vatan bağlarıyla birbirine bağlamayı ve böylece devletin geleceğine ortak ettirmeyi amaçlamaktaydı. Ancak, geç kalınmıştı. Artık çağın yönetim biçimi, dinsel yetkilere sahip padişah, halife denilen tek bir kişinin egemenlik haklarını kullandığı bir yönetim şekli değildi. Üstelik meşruti düzen de çözüm değildi. Çünkü bu farklı kimlikler, egemenliklerinin Padişah ve temsilcileri arasında paylaşıldığı meşruti düzeni de istememekteydiler. Onların istediği; kendi egemenlikleri temeline dayalı bağımsız devletlerini kurabilmekti. Meşrutiyetle oluşturulan parlamento ve yürürlüğe konulacak anayasa ile hak ve özgürlükler bir ölçüde de olsa garantiye alınacaktı ama, son söz yine dinsel yetkilere sahip, milletin seçip görevlendirmediği padişahın olacaktı. Devletin, dinsel temellere ve seçilip atanmamış bir kişinin iradesine dayandırılması, sorunları çözemediği gibi, daha da artmasına neden olmaktaydı. Ulus iradesine dayanmayan toplumu, çağın ülkü ve değerleri etrafında birleştiremeyen bu kişisel ve keyfi yönetim, toplumun istek ve gereksinimlerine de yanıt veremeyince, yeni bir oluşuma ve devrime doğru sürüklenmekteydi. Devrimi yönlendirecek ve gerçekleştirecek olan Mustafa Kemal, böyle bir ortamda dünyaya geldi. Onun doğduğu yıl Osmanlı Devleti`nin kaçınılmaz sonunun, Batılılarca belirlendiği yıl oldu. Bir taraftan Osmanlı`nın mali kaynaklarına el koyan Duyun-u Umumiye kurulurken, öte yandan İngiltere bir süreden beri Osmanlı Devleti hakkında izlediği toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk ediyor ve Mısır`ı işgal ederek, Rusya gibi Osmanlı`yı parçalama, topraklarını ele geçirme politikasını başlatıyordu. II. Abdülhamit`in izlediği İslamcı siyaset, devletin içindeki halkları birleştiremediği gibi, dağılma sürecini daha da hızlandırdı. Mustafa Kemal, böyle bir ortamda doğdu ve öğreniminin bütün aşamalarını da bu padişah döneminde tamamladı. Böylece o dönemi bütün ayrıntıları ile gözleme olanağı buldu. M. Kemal, öğrendiği Fransızca sayesinde, Dünya Tarihi`ni, siyasal akımları okudu, öğrendi. Ülkesinin durumunu, bu öğrendiklerinin ışığı altında değerlendirdi. Öte yandan, Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarına bir tepki olarak doğmuş bulunan Türkçülüğü de tanımaya başlamıştı. Ziya Gökalp` in düşüncelerini öğrenen Mustafa Kemal, Namık Kemal`i de okuyunca, vatan sevgisi onda bir aşka dönüştü. II. Meşrutiyet deneyimini de yaşayan Mustafa Kemal, görevi gereği birkaç kez yurt dışına çıkarak Batı` yı tanıdı ve onların Türkiye hakkındaki değerlendirmelerini öğrenme fırsatını da elde etti. I. Dünya Savaşı`na Almanya`nın yanında girmenin hata olduğunu her zaman vurgulayan Mustafa Kemal, bu savaşta yabancı bir güce bağlılığın, ne kadar onur kırıcı olduğunu da gördü. Edindiği milliyetçi fikirler nedeniyle, Türk ordusuna komuta eden Almanlardan çok rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Kısacası, Osmanlı Devleti`nin içinde bulunduğu sorunlar, Mustafa Kemal`i, akılcı çözüm yolları aramaya zorlamıştır. Savaştaki ağır yenilgi, ülkenin parçalanması ve buna İstanbul`daki yönetimin aciz kalması, onda oluşan düşüncenin uygulamaya konulmasını gerekli kıldı. Tek bir çözüm vardı: "Ulusal egemenliğe dayalı yeni bir Türk Devleti kurmak" Ulusal egemenlik, ümmet düşüncesi yerine milliyetçilik ruhunu Türklük bilincini uyandıracak, bağımsızlık ve vatan bilincini kafalara işleyerek, yeni Türk Devleti`nin kurulmasını sağlayacaktır. Böylece, çıkış noktası, çağdaş Türk milliyetçiliği olan Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk Devrimi`nin akışı içinde, diğer ilkelerini de yaratarak, 1931`de Devrimcilik ilkesiyle bütünlük kazandı. Atatürk İlkeleri`nin Ortak Özellikleri Atatürk İlkeleri`nin ortak niteliklerini şöyle sıralayabiliriz: - Bir bütünü oluşturan öğelerdir Türkiye`yi, bir an önce çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı amaçlayan Atatürk İlkeleri, birbirine bağlı düşünce ve uygulamalar bütünüdür. Hem bugünün sorunlarını, hem de gelecekteki olayları dinamik bir yapı içinde çözümlemeyi hedefler. İlkeler ve onlardan doğan uygulamalar, sağlıklı bir canlının uyum içinde işleyen organları gibi birbirine bağlıdır. Birini ötekinden ayırmaya, tek tek değerlendirmeye girişmek ya da uygulamaya koymak, onları devrim hareketlerinden ayrı düşünmek yanlış olur. - Türk Toplumunun gereksinmelerinden doğmuştur Atatürkçü Düşünce Sistemi`ni oluşturan ilkeler, bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları gibidir. Türk insanını, içinde bulunduğu şartlar bir araya getirmiştir. Bunların kabul edilmelerinde ve benimsenmelerinde herhangi bir dış baskı, körü körüne bir özentinin kesinlikle etkisi yoktur. Tercihini uygar dünya ve onun verileri doğrultusunda yapan Türkiye, bağımsızlığı için gerektiğinde onlarla savaşmaktan çekinmemiştir. Her şeyi kendi iradesiyle gerçekleştirmiştir. - Bu ilkeler kağıt üzerinde kalmayıp yaşama geçirilmiştir Bu ilkelerin kağıt üzerindeki anlamı başka, uygulamaları başka şekilde olmamıştır. İnsan, temel alındığından dil, din , ırk ayrımı yapmayan bir eşitlikçi uygulama getirilerek, toplumun bütününün mutluluğu ve refahı hedeflenmiştir. Bu nedenle de Türk ulusunun karakterine ve yeteneklerine uygun düşmektedir. Oysa katı kurallara dayandırılan ideolojilerin öngördüğü düşüncelerdeki amaçların çoğu, gerçek yaşamda uygulanamamıştır. Bu nedenle Atatürk, gerçek yaşamda uygulanamayacak düşüncelere, ilkeleri arasında yer vermemiştir. Toplumsal Yaşayışın Düzenlenmesi Devlet ve hukuk düzeni laikleştirilirken, toplumsal yaşamda büyük rolü olan diğer kurumların da laikleşmesini sağlayacak düzenlemelere gidildi. Bu düzenlemelerin başında da tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması geliyordu. Osmanlı Devleti`nde,Müslüman halkı dinsel konularda bilgilendirmek ve kendi anlayışları doğrultusunda Tanrı` ya ulaşma yollarını göstermek amacıyla kurulmuş, tarikat adı verilen kurumlar vardı. Hindistan ve Mısır`da doğup, Hıristiyan ve İslam dünyasına buralardan giren tarikatlar; Hint yogilerinin tapınışlarına (zikir ve riyazet) benzer biçimde inziva (yalnızlık) ve itikafa (tek başına tapınma) çekilme, kendini tanrılaştırma (Ene`l Hak) keşif ve keramet türünden İlk Çağ kahinlerinde görülen roller gibi etkinliklerin yer aldığı Ortaçağ toplumu kurumlardandı. Tarikatlar etkinliklerini asitane, tekke, dergah, hankah, zaviye adı verilen ve her tarikata göre farklı özellikler taşıyan yapılarda sürdürürlerdi. Anadolu`nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında özellikle zaviyelerin rolü büyük olmuştu. Kuruluşunda dinsel ve felsefi konularda halkı olumlu yönde yönlendiren bu kurumlar, zaman içinde temel amaçlarından uzaklaşmışlardır. Önceleri üyelerine sevgi, hoşgörü, birlik tohumlarını aşılayan bu kurumlar; giderek kendi savundukları görüşlerin en doğru dinsel bilgileri oluşturduğunu savunmaya başladılar. Böylece, hoşgörünün sınırlarını daralttılar, başka tarikat üyeleri arasında kin ve düşmanlığa varan ayrılıklar yaratarak, birer parti merkezi ve bölücülük yuvası haline geldiler. Buralarda devletin çalışmaları, kendi inanışları doğrultusunda denetlenme çabası içine girilmişti. Yapılmaya çalışılan yeniliklere karşı, birer tepki yuvası haline getirilmişti. Bu kurumların pek çoğunda din, farklı yorumlanarak çalışmadan uzak bir yaşam benimsenerek, aralıksız namaz kılınıyor, saatlerce süren ayinler ve zikirler yapılıyordu. Kendilerine derviş, çelebi, seyyit, şeyh, baba adı verilen bir çok insan ve yandaşları toplumun din duygusunu sömürerek halkın sırtından geçinme yöntemini seçmişler ve bunları birer dinsel, ekonomik ve siyasal çıkar merkezi haline getirmişlerdi. 1925`e gelindiğinde yalnızca İstanbul`da 16 tarikat ve 438 tekke bulunmaktaydı. Bunlar ve diğerlerinin pirleri ve şeyhleri; "keramet, keşif sahibi evlatlar" sayılıyor, "gaipten haber verdiklerine", "şeytana, cinlere hükmettiklerine", hayvanın kemik artıklarını okuyarak onu canlı duruma getirdiklerine", "ramazan ayında süt çocuğu iken bile -oruç gereği- anne memesi emmediklerine", "kızdığı adamı, bin yıllık yere fırlatıp geri getirebildiklerine", "Tanrı ve peygamberlerle görüştüklerine", "bir çok hastalıkları iyi ettiklerine" inanılıyordu. Dini kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayıp, bütün saçmalıkları din adı altında topluma kabul ettirme yolunda epey yol alan bu kişiler, siyasi etkinliği de ele geçirmek amacıyla zaman zaman ayaklanmalar, isyanlar çıkarmışlardır. Bunun en çarpıcı örneği de Şeyh Sait Ayaklanması ve Menemen Olayı`dır. Şeyh Sait Ayaklanması, güya İslamiyet adına Doğu Anadolu`da şeyhlerin, müritlerin din ve tarikat ticareti ile geçinenlerin, siyasi ihtiraslarını ve ülkeyi bölmek için yabancı güçlerle nasıl işbirliği içine girebileceklerini çok iyi göstermiştir. Bölücü değil birleştirici olan Atatürk milliyetçiliğini kendisine rehber edinen yeni Türk Devleti, amaç olarak da çağdaş uluslar düzeyinde amaçladığından, bir an önce bu gericilik yuvası ve çıkar kurumlarından kurtulması gerekiyordu. Bu amaca ulaşmak için, yalnızca tekke ve zaviyelerin değil türbelerin de kapatılması bir zorunluluk haline gelmişti. Bilindiği gibi, İslam dinine göre; mezar ziyareti bir dua ve anmadan ibaretken zamanla bu ziyaretler, İlk Çağ geleneklerine benzer bir nitelik alıp, tapınma ve dilek yerlerine dönüştürülmüştür. İslam dininin yozlaştırılması nedeniyle evliyalık kurumu oluşturulmuştu. Oysa gerçek İslam dini böyle kişileri tanımaz. Bu yalancı evliyalara, hayat zorluğundan bunalan halk olağanüstü güçler yakıştırmıştı. Böylece, Türkiye`de yüz binlerce mezar ve türbe, eskiden yaşamış, Anadolu’ ya ve Türklere hizmetleri, kahramanlıkları geçmiş Türk büyüklerini anacak yerler olmaktan çıkarılıp, batıl inançların benimsenmesinde birer araç, adeta birer tapınak haline getirilmiştir. Bazı insanlar isteklerinin yerine gelmesi için buralarda adak admışlar, mum yakmışlar, çaput denen bezler bağlamışlardır. Böylelikle buraları sadakalarla, adaklarla geçinen tembel, sömürgen insanların çıkar kaynağı, boş inanç ve safsata yuvası haline getirmişlerdir. Her zaman kendisine aklı, bilimi önder alan ve bu zihniyeti topluma da benimsetmek isteyen M. Kemal 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu`da yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: "Ölülerden yardım istemek uygar bir toplum için ayıptır. Bilinen tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mutluluğa ulaştırmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin,en geniş anlamıyla uygarlığın aydınlatıcı alevinin karşısında, filan veya falan şeyhin uyarısıyla maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların uygar Türk toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru en gerçek tarikat (yol) uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve dileklerini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat başkanları bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginleştiğini elbette kabul edeceklerdir." Atatürk`ün bu sözleri, hemen uygulamada etkisini gösterdi ve Bakanlar Kurulu 2 Eylül 1925 günlü bir kararnameyle, tekke, zaviye ve türbeleri kapattı. Hükümet, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hiç bir tarikat, tarikata ait hiçbir şeyh derviş ve mürit olamayacağını bunların unvanlarının kaldırıldığını, giydikleri garip kıyafetlerin de yasaklandığını açıkladı. Aynı gün çıkan bir kararnamesi ile de din adamlarının ne tür kıyafet giyecekleri konusu aydınlığa kavuşturuldu. Tekke, zaviye ve türbelerle ilgili yasaklama ve kapatma kararı, 30 Kasım 1925`te TBMM tarafından kanun haline getirildi. Bu kanunla kapatılmış olan tekke, zaviye ve türbeleri açanlar, yeniden kuranlar, tarikat töreni için yer verenler, yasaklanan kılık kıyafeti giyenler için üç ay hapis ve 50 liradan az olmamak koşuluyla para cezası yaptırımı da getirildi. Aynı kanunla; şeylik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılması bunlara ait hizmetlerin yapılması da yasaklandı. Kanun bu yerlere sahip olanların mülkiyet hakkına dokunmadığı gibi, cami,mescit olarak kullanılanların ise;ibadet için açık tutulmasını öngörüyordu. Bu kanun, kişi ile Tanrı arasına giren çıkarcıları ve vicdan istismarlarını ortadan kaldıran,Türk toplumunu laik anlayışa yönelten önemli bir adım olmuştur. Atatürk dini değil, yalnızca çağdışı düşünüşü ortadan kaldırmak, vicdanları baskıdan, sömürülmekten kurtarmak, toplumu özgürleştirmek istiyordu. Atatürk, türbelerin ileride birer kültür ve sanat yapısı olarak açılabileceğini, tekke ve zaviyelerle ilgili yasa görüşülürken, yasaklamaya karşı çıkan Hamdullah Suphi Tanrıöver`e söyleyecekti. Nitekim, CHP Hükümeti, "Türk büyüklerine ait olan veya yüksek bir sanat değeri taşıyan türbeleri " 3 Mart 1950 tarihinde Meclisten geçirdiği bir yasa ile ziyarete açtı. İlk uygulamada aralarında Ertuğrul Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi, Osmanlı Devleti`nin gelişiminde iz bırakmış padişahların türbeleri ile Nasrettin Hoca, Eyüp Sultan gibi büyük bilgelerin türbeleri de dahil, 20 türbe ziyarete açıldı. Kıyafette Değişiklik İnsanoğlunun giyinmesi; vücudunun duyarlı yerlerini korumak, saklamak, doğa koşullarına uyum sağlamak içgüdüsü ve isteğiyle başlamıştır. Giyecekler, uygarlığın gelişmesine paralel olarak gerek baş, gerek vücut, gerekse ayak için; coğrafya koşulları, iklim,meslek, sınıf, dinsel ya da felsefi inanışlara göre özellikler taşımış, değişiklikler göstermiştir. Tarihleri boyunca çeşitli etkenler, Türklerin giyim ve kuşamlarında büyük değişikliklere yol açmıştır. Türkler Ortaasya` da giyim eşyalarını deriden yapmışlar ve biniciliğe elverişli bir biçimi tercih etmişlerdi. Genelde, vücuda deriden yapılmış içlik ile kaftan denilen üstlük, ayağa da çizme giyiliyordu, başa da Hunlarla birlikte yine deriden yapılmış kalpak giyilmeye başlanmıştır. Zamanla kalpağın yanında keçeden yapılmış börk de yaygınlaşmıştır. Kadın giysileri de, erkek giysileriyle büyük benzerlik göstermekteydi. Kadınlar çizme yerine ayakkabı, başlarına da çok çeşitli ve süslü başlıklar giyerdi. Deri giysi ve ayakkabı giyilmesini dine aykırı sayan Budizm’in kabulünden sonra, giyimde dokumaya da önemli yer verilmişti. Türklerin İslamiyet’i kitleler halinde benimsemesiyle birlikte, batıya yönelip, İran üzerinden Anadolu`ya yerleşmesi ve çeşitli kültür çevreleri ile iç içe bir yaşam dönemine geçişi giyim kuşamında da büyük değişmelere yol açmıştır. İnanç değişikliği, kadın ve erkek giyimlerinde farklılaşma yaratmakla kalmamış, kadında örtünme (tesettür) denilen yeni bir uygulamayı da getirmiştir. Kentlerde yaşayan kadınların çarşaf ve peçe takmalarına karşın, bu uygulama kırsal kesimde yaşayan Türk kadınları tarafından benimsenmemiştir. İslamiyet öncesinde hiç sakal bırakılmazdı ve saçlar uzundu. İslamiyet’le birlikte, sakal bırakma peygambere uyma (sünnet) sayılmış, saçlar da kısalmıştır. İslamiyet’e geçişten sonra en büyük değişiklik başlıklarda olmuştur. Kalpak yerine Arap başlığı olan sarık, Müslüman erkeğin simgesi haline gelmiştir. Kavuk, külah ve sarıklar çok değişik adlarla çoğalırken, bu farklılıklar, ilmiye, tarikat ve ordu mensupları ile resmi görevlilerin rütbe ve derecelerini birer simge niteliğine de bürünmüştü. Ölülerin mezar taşlarına bile onların hayatta iken giydikleri sarığın şekli kazınmaya başlanmıştır. Osmanlı toplumu, din temeline dayanan cemaatlerden oluştuğu için, her cemaatin kendine geleneklerine göre bir kıyafet kullanması belirlenmişti. Müslüman olmayan kişi ve topluluklar da sarık kullanmışlar ve onlara belirli renkte sarık sarma ya da işaret koyma zorunluluğu getirilmişti. Örneğin; III.Selim döneminde, Müslümanların serpuş (başlık) ve ayakkabıları için sarı, Ermeniler için kırmızı, Rumlar için siyah, Yahudiler için de mavi renk kabul edilmişti. II.Mahmut, kılık kıyafetteki bu anarşiyi biraz olsun giderebilmek amacıyla, yalnızca memurlar ve askerin kıyafetinde birliği sağlayacak ceket ve pantolonu zorunlu kıldı. Başlarına da kökeni Firikyalılar’ a kadar giden daha çok Fas, Tunus, Cezayir`de ve Yunan adalarında yayılan fesi giydirdi. Halk ise, başına istediğini koymakta serbest bırakılmıştı. Buna karşın, başta Şeyhülislam olduğu halde, bütün ulema fes giymenin şer`an caiz olmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi. Karşı koymalar fesin kısa zamanda yerleşmesini, hatta dinsel sembol haline gelmesini önleyemedi. 1903`te II.Abdülhamit, topçu ve süvarilerine fes yerine kalpak giydirmek isteyince, bir süre önce fese karşı koyan ulema, bu kez festen yana tavır aldı. Onun dini bir sembol olduğunu ileri sürerek, tam bir çelişki yarattı. Bu durum, bir yeniliğin ilk uygulandığı zaman, toplum tarafından tepki ile karşılandığını gösteren ilginç bir örnektir. I. Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa, güneş korumalı "kalabak" veya "enveriye" diye adlandırılan bir başlığı askere giydirdi. Milli Mücadele`nin başlarındaki sembolü kalpak`tı. 1925`te hükümet; orduda, "şapka" adını kullanmadan "şemsi siperli serpuş" (güneş korumalı başlık) adıyla bir başlığın kullanımını zorunlu kıldı. Aynı yıl Ağustos ayında Adana hükümet doktoru, güneş korumalı serpuşun, başla şapka arasında oluşturduğu boşluk sayesinde, başta terleme ve soğuma oluşturmadığını önündeki koruma ile de yalnızca başın üst kısmının değil alnın da güneşten korunacağını açıkladı. Böylece, kamuoyu oluşturma yoluna gidildi. Bu gelişmeler, İstanbul Belediyesi`nin memurlarına güneş korumalı başlık giydirmesine yol açtı. Görüldüğü gibi başlık konusundaki o tarihe kadar halktan çok, bürokrat ve askerler arasında gelişme göstermişti. Atatürk uygarlığın başlık sorunu olmadığını çok iyi biliyordu.Türkiye`yi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırırken, kafaların içindeki mantıksal nedenlere dayanmayan her türlü Ortaçağ düşüncesinin çıkarılması gereğine inanmıştı. “Milleti millet yapan ilerleten ve aydınlığa götüren kuvvetler vardır, fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler. Fikirler anlamsız ve safsata dolu olursa hastadır. Sosyal yaşam, akıl ve mantıkla ilgili olmayan yarasız, hatta zararlı birtakım kurallar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrar." sözleriyle de bunu belirtmekteydi. Atatürk, düşünce değişikliğini yalnız kafanın içinde arayıp, dışının eskisi gibi bırakılamayacağını da biliyordu. O zaman başın üstündeki karışıklığın her zaman içine sızma tehlikesi olacaktı. Kıyafet ve şapka devrimleri konusunda bütün sorun, halkın da kıyafetini laikleştirmek, bu sayede dinsel hayatın sembollerini günlük yaşayıştan uzaklaştırmaktı. Atatürk giriştiği her yenilik hamlesinde olduğu gibi, görüşlerini doğrudan doğruya halka açıklamak amacıyla, Kastamonu-İnebolu yöresine 1925`in Ağustos` unda bir gezi düzenledi. Atatürk 24 Ağustos 1925`te başında "Panama şapka" ile geldiği Kastamonu`da yaptığı konuşmada çağdaş giysinin daha rahat, uygar ve ucuz olacağını anlattı. Ayrıca konuşmasında, Türk ve İslam dünyasındaki çöküşün, uygarlığın gereği ilerlemeden uzak kalmakla olduğunu, Türklerin ise 5-6 yıldır bu esaslara uyarak kendilerini kurtardıklarını belirttikten sonra, "Artık duramayız.Mutlaka ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz. İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesinde layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu muhafaza ve ilan edeceğiz. Gelişme mutluluk ve insanlık bundadır." dedi. Kastamonu`dan İnebolu`ya geçen Atatürk, burada yaptığı konuşmasında da konuyu yine uygarlık ve kıyafet sorununa getirerek;" Uygarım diyen Türk halkı baştan aşağıya dış görünüşü ile de uygar ve ileri insanlar olduğunu göstermek zorundadır" diyordu. Konuşmasında Türklerin Ortaasya`daki atalarının kıyafetlerini araştırıp onları tekrar diriltmeye çalışmanın yersiz olduğunu, Türk milletine uygar ve uluslararası kıyafetin yakışacağını vurguladıktan sonra, giyilmesi gereken öteki giysileri de "Ayakta iskarpin veya fotin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık ve ceket ve tabii bunları tamamlamak üzere başta güneş siperli başlık." şeklinde sıralıyordu. Bu başlığın adının "şapka" olduğunu belirttikten sonra, bunun giyilmesinin dinen doğru(caiz) olmayacağını öne sürenlere de haklı olarak şu soruyu yöneltiyordu: " Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapka giymek neden olmaz?" M. Kemal Ankara`ya döndüğünde TBMM tatildeydi. Bu nedenle şapka konusundaki yasal düzenleme sonraya kaldı. 2 Eylül 1925`te yayınlanan bir Bakanlar Kurulu Kararnamesi(243 Sayılı Kararname) tekke ve zaviyelerin de kapatıldığını bildirdiği gibi, devlet memurlarının giyecekleri kıyafet hakkında ayrıntılı bilgi veriyor, kamu görevlilerine şapka giyme zorunluluğu getiriyordu. Böylece memurların, halka kıyafet konusunda rehber olmaları isteniyordu. Ayrıca kararname ile, dinsel giysilerin giyilmesine de belirli kısıtlamalar getirildi. Bu giysilerle sokakta dolaşmak yasaklandı ve yalnız Diyanet İşlerine bağlı görevlilerin görev başında sarık giyebilmeleri öngörüldü. 25 Kasım 1925`e gelindiğinde ise, 671 sayılı "Şapka İktisası (Giyilmesi) Hakkında kanun "TBMM tarafından kabul edildi. Yasada halkın genel başlığının "şapka" olduğu belirtilerek, kullanımında dolaylı bir zorunluluk getirildi. Diğer giysiler konusundaki yasa ise, 3 Aralık 1934`te çıktı. "Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun" ile de, din adamlarının yalnızca ibadetlerde ve törenlerde özel kıyafet giymelerine izin veriliyor, bunun dışında dinsel kisvelerin giyilemeyeceği hükme bağlanıyordu. Şapkanın benimsenmesi kolay olmadı. Yunan başlığı fesi, İslam`ın sembolü haline getirenler, şapka giymenin gavurluk anlamına geleceğini öne sürerek çeşitli yerlerde ayaklanmalar çıkardılar. İlk ayaklanma Sivas`ta oldu. Bunu Kayseri, Urfa, Nizip, Maraş, Erzurum, Rize ve Giresun`daki ayaklanmalar izledi. Buralara giden İstiklal Mahkemeleri, olayların elebaşılarını yargılarken, bunlardan bazılarını yalnızca şapkaya değil tümüyle cumhuriyete karşı tavır aldıklarını hatta o günlerde, Yunan emellerine bile hizmet ettiklerini ortaya çıkardı. Bunlar, halkın din duygularını sömürmelerinin, suçsuz vatandaşları ayaklanmaya kışkırtmaya çalışmalarının cezasını ödediler. Uygarlık "başlık" değil, "baş" sorunudur ama, uygarlığın bir bütün olduğunu da unutmamak gerekir. Atatürk, içi batılı, dışı Doğulu bir "baş"a razı olacak kadar ödüncü değildi. Zira bu ödüne yanaşıldığı takdirde başın içi de dışı gibi olabilirdi. Giysilerin ve onların yapıldığı malzemenin zamanla değişmesine karşılık, kadın ve erkek giysilerindeki benzerlik yüzyıllarca sürdürülecekti. Ancak hem kaçgöçü, hem de kadınların sokak giysilerini belirlemede, İslamiyet`in örtünme(tesettür) anlayışı yeni ve önemli bir etken olmuştu. Kırsal kesimde kadın ve erkeğin bir arada yaşaması ve çalışması, örtünmeyi gerektirmezken, kentlerde tesettüre uymak için kadınların sokakta çarşaf giyip yüzlerini de peçe ile örtmeleri yoluna gidilmişti. Çarşafın tesettür için zorunlu olmadığının, hatta bunun bazı kötülüklerin saklanmasına yardım ettiğinin en büyük kanıtı, İslamcı görüşün temsilcisi olan II.Abdülhamit gibi bir padişahın bir ara çarşaf giyilmesini yasaklamasında görülmektedir. Bir cuma selamlığından dönüşünde, yolda gördüğü siyah çarşaflı ve siyah peçeli kadınları yas elbisesi giymiş Hıristiyanlar sanan Abdülhamit, o sıralarda kimi erkeklerin de çarşaf giyerek hırsızlık yaptıklarını veya kötü maksatlarla bazı yerlere girip çıktıklarını öğrenince, kadınların çarşaf giymelerini yasaklamıştı. Giderek çarşafın yerini ferace, peçenin yerini de iki parçalı yaşmak aldı. Yaşmağın iki parçasından biri yukarıdan, ötekisi de aşağıdan geliyor ve gözleri açık bırakıyordu. Örtünme(tesettür) ilkokullarda okutulan bir ders haline de getirilmişti. Oysa taşrada ve köy yaşamında kadın giyimi, eski açıklık ve yalınlığını korudu.Tanzimatla birlikte her alanda olduğu gibi kadınların giyim kuşamlarında da az da olsa değişmeler oldu. Ferace de Paris modasına göre dikilmiş bir elbisenin üzerine giyilmeye başladı. Hatta XX. yy. başlarında bazı Türk kadınlarının Avrupalılar gibi giyinip, başlarına şapka bile giydikleri oldu. Kadının giyim kuşamı konusunda önemli değişiklikler, cumhuriyet döneminde gerçekleşti. Zira Türk devriminin temel amacı, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmaktı.Toplumun bir kısmını geliştirirken, diğer kısmının gelişmesine engel olmakla amacın gerçekleşmeyeceği açıktı. M. Kemal Atatürk de bu konuyu "...Bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine müsamaha edelim de kitlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki, bir topluluğun yarısı topraklara bağlı kaldıkça diğer yarısı göklere yükselebilsin?" şeklinde dile getirmiştir. Yine Atatürk, Ağustos 1925`te İnebolu`da "...Onlar da yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile dikkatle cihanı görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur" diyerek konuya verdiği önemi ısrarla vurguladı.Türk kadının kapalı bir Ortaçağ kılığı içinde dolaşmasını, laik ve uygar bir düzen içinde gerçekleştirmek istediği Türkiye Cumhuriyeti`nde, kadına karşı büyük bir haksızlık hem de rejime karşı bir tavır alma olarak görmekteydi. 30 Ağustos 1925`te Kastamonu`da yaptığı konuşmada "Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal ya da buna benzer şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur...Efendiler, uygar bir millet anası, millet kızı, bu garip şekle, zahmetli vaziyet girer mi? Bu hal, milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi lazımdır." diyerek, tepkisini dile getirmiştir. Cumhuriyet Türkiye`sinde erkeklerin şapka giymesi için özel bir yasa çıkarılmışken, kadın giyim kuşamında böylesi bir yasal düzenlemeye gidilmemiştir. Bu konuda çağdaşlaşmanın gereği olan düşünce değişikliğinin doğmasına, eğitimin de buna yardımcı olmasına çalışılmıştır. Atatürk döneminde kadınlar daha başka haklara ve özgürlüklere kavuştukça, kendi istekleriyle bu Ortaçağ kılığından kendilerini kurtarmaya başlamışlardır. Takvim ve Saat Ölçülerinde Değişiklik Takvim ve saat ölçülerindeki değişiklikleri şu başlıklar altında toplayabiliriz: a)Takvim ve Saatte değişiklik Türklerin başlangıçta kendilerine göre özelliği bulunan, mevsimlere bağlı ve burçlarla ilgili, yılları sayı ile değil 12 hayvan adıyla sıralayan takvimleri vardı. Bu takvime göre;bir tarih söylemek gerekince örneğin; "Yond (at) yılının, onuncu ayının, 4`ünde" şeklinde ifade edilirdi.Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra; Arapların kullandıkları ve başlangıç olarak Peygamber` in Mekke`den Medine`ye göçünün 67 gün öncesi olan Muharrem ayının birinci gününü(16 Temmuz 622) temel alan Hicri-Kameri(ay yılı) takvimini benimsemişler, resmi kayıt ve işlemlerde, haberleşme ve kitaplarda bu takvimi kullanmışlardır. Osmanlı Devleti, din cemaatleri esasına dayalı bir devlet olduğundan, diğer toplumlar da kendi inançlarının gerektirdiği takvimleri kullanıyorlardı. Oysa uygar milletler, miladi takvimi ve takvim yılı olarak güneş yılını kabul etmişlerdi. Osmanlı Devleti`nin kullandığı Hicri takvime göre; yıl, gökte ayın görünüşüne bakılarak hesaplanırdı. Ay takvimine göre bir yıl 354 gündür.Halbuki güneş takvimi (Gregoryen Takvimi) 365 gün 6 saattir. Ay yılı, güneş yılından 11 gün 6 saat kısadır. Güneş yılında aylar, mevsimlere göre daima aynı zamana gelir. Ay takviminde ise, aylar, aynı mevsimlere isabet etmez. Bu nedenle ay takvimini kullanan ülkelerde yeni yıl gibi sosyal toplantılar, dini bayramlar ve benzer olaylar ancak 36 yılda bir kez gerçek günlerine denk düşer. Hicri-Kameri takvim yılı;güneş yılına göre, her 33 yılda bir yıl geri kalır. Osmanlı Devleti, ayların başlangıçlarının her yıl değişmesi yüzünden ortaya çıkan mali zararları ve karışıklıkları önleyebilmek için, 1 Mart 1840`ta Hicri esası değiştirmeden güneşin dönüşünü temel alan Julyan Miladi Takvimi`ni yani Rumi Takvimi uygulamaya koymuştur. Mali takvim de denilen bu takvime göre; yıl mart ayının birinci güne başlamakta ve ertesi yılın şubat ayının sonuna kadar devam etmektedir. Rumi takvim de uygar dünyanın kullandığı Miladi takvim arasındaki uyumsuzluğu gideremedi. Çünkü Rumi ve Miladi tarih arasında 584 yıllık bir fark vardır. Ayrıca Rumi yıl, Miladi yılı 13 gün geriden izlemektedir.Örneğin Rumi 31 Mart`ın karşılığı 13 Nisan`dır. Batılı takvimi kabul etme girişimleri, İttihat ve Terakki döneminde başlatıldı. 1332(1917) Şubat ayında çıkarılan bir kanunla aradaki 13 günlük fark giderildi. Yılbaşı Marttan Ocak ayına alındı. Fakat Hicret yılı ile başlayan yıl sayısı, aynen sürdürüldü. Cumhuriyet` in ilanından iki yıl sonra çıkarılan 698 sayılı Takvimde Tarih Mebdeinin Tebdili (Takvimde Tarih Başlangıcının Değişimi) Hakkında Kanun ile 31 Mart Aralık 1341(1925)`i takip eden günün 1 Ocak 1926 kabul edilmesiyle bu takvim kargaşasına kesin olarak son verilmiş, bütün uygar devletlerin kullanmakta olduğu Gregoryen takvim sistemine geçilmiştir. Bugün Osmanlı Devleti döneminde geçen herhangi bir olayın tarihini şu formüllerle bulabiliriz: Miladi yıl=Hicri yıl/ 67+621.5 Rumi tarihi miladiye çevirmek: Miladi yıl=Rumi yıl+584 Ancak Rumi tarihlerin 1256 öncesi yoktur. Bu nedenle 1900 yılının 13 Mart tarihine kadar 12 gün daha sonraki yıllar için 13 gün sonuca eklemek gerekmektedir. Yabancı kökenli bazı ay adlarının değiştirilmesi ise, Erzincan milletvekili Behçet Kemal Çağlar` ın önerisiyle 1945 yılında gerçekleşmiştir. 10 Ocak 1945 gün ve 4696 sayılı "Bazı Ay adlarının değiştirilmesi Hakkında kanun " ile Teşrin-i Evvel ayı Ekim, Teşrin-i Sani ayı Kasım, Kanun-u Evvel ayı Aralık, Kanun-u Sani ayı Ocak olarak değiştirilmiştir. Uygar dünyadan farklı olan bir konu da saat idi. Osmanlı`da ve Cumhuriyet` in ilk yıllarında saat, güneşin batışına göre düzenlenmekteydi. Ezani ya da Alaturka diye adlandırılan bu saat sisteminde, yaz-kış güneşin batışı 12 olarak kabul edilir ve sonrası 1,2,3.. diye giderdi ve namaz vakitlerine göre düzenlendiği içinde ezani diye adlandırılırdı. Oysa, dünyada uluslararası ilişkilerde geçerli olan 24 saatlik bir düzen oluşturan güneş saati(zevali saat ya da Alafranga saat) idi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de saat farkının zorlukları yaşanmış ve bu doğrultuda 22 Ekim 18842te Washington`da yapılan bir başlangıç meridyeni ile uluslararası bir saatin kabul edilmesi toplantısına da katılınmıştı. Bu toplantıda, Londra`nın güney batısında yer alan Greenwich gözlemevinden geçen meridyen başlangıç kabul edilmişti. Osmanlı Devleti kabul etmesine rağmen bu saati uygulamamış, toplum bu konuda özgür bırakılmıştı. İkilikler, saat uygulamasında da kendini göstermişti. Toplumlar arası ilişkilerin arttığı bir dönemde saat farklılığı sorun yaratıyordu. Bu sorunları gidermek için daha Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren Alafranga saat kullanılmaya başlanmıştı. Ancak bu yeterli değildi. Bunu toplumun geneline yaymak gerekiyordu. Bu doğrultuda, 26 aralık 1925`te TBMM`de kabul edilen 2 ayrı yasa ile saat ve takvim 697 sayılı yasa ile günü 24 saate bölen vasati güneş saati(alafranga) ülkede tek resmi zaman ölçüsü olarak kabul edilmişti. Ezani saati de isteyen resmi işlemler dışında kullanabilecekti. Türk Harflerinin Kabulü Türkler, bilinen tarihleri boyunca on iki alfabe kullanmışlardır. Bunlar, Göktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Süryani, Arap, Grek, Ermeni, İbrani, Latin ve Slav alfabesidir.. İslamiyet’e girişten sonra da Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar ve bu dinin kutsal kitabı Kur`anı Kerim de Arapça olduğu için, Arap alfabesine de bu gözle bakmışlardır. Arap alfabesinin ve dilinin kullanılmaya başlanması, dünyanın en zengin dillerinden biri olan Türkçe`nin zayıflamasına neden olmuştu. Gerçekte Arap alfabesi, Türk ses yapısına ve diline uygun değildi. Bir kere genizden söyleniyor (ayrı, gayrı vb.); her harfin başta, ortada ve sondaki yazılışları değişiklik gösteriyor; sesli harflerin sayısı Türkçe’yi anlatmaya yetmiyordu. Öte yandan Türkçe`deki bazı harflerin, bu alfabede bulunmayışı, yazım kurallarını zor olması, bu alfabe ile okuma-yazmayı güçleştiriyordu. Osmanlı eğitim düzeninin umursamazlığını da bu olumsuzluklara Bu durum, Tanzimat döneminde aydınlar tarafından eleştirilmiş ve Arap harflerinin ıslah edilmesi, ya da Latin harflerinin kabul edilmesi önerilmişti. Bu konudaki tartışmalardan, meşrutiyet döneminde de olumlu bir sonuç alınamamıştı. Latin harflerinin kabul edilmesi yolundaki öneriye, Şeyhülislam Hasan Fehmi efendi karşı çıkmıştı (1910). Kur`anın Latin yazısı ile yazılamayacağını öne süren Şeyhülislam, "Latin harflerinin kabulüne değil, Arap harflerinin kullanılmakta olan şekillerinden başka şekillerde yazılmasına dahi izin.." verilemeyeceği yolunda, bir de fetva çıkarmıştı. Cumhuriyet öncesi, İzmir İktisat Kongresi`nde gündeme getirilen alfabe değişikliği konusu, cumhuriyetten sonra da devam etti. Atatürk, eğitim konusuna çok önem veren bir önder olarak, Latin harflerinin kabul edilerek, halka kolay bir okuma-yazma aracı verilmesini zorunlu görüyordu. Alfabe sorunu, basında uzun tartışmalara yol açtı. Türk Devrimi`nin özünü anlayamamış olan bazı tutucu aydınlar bile, bu değişikliğe karşı çıktılar. Bütün bunlara karşın, Atatürk`ün emirleri doğrultusunda, 27 Haziran 1928`de kurulan Alfabe Komisyonu çalışmaya başladı. Atatürk de zaman zaman bu çalışmalara katıldı. Bu komisyon, Türkçe`ye en uygun alfabenin, Latin alfabesi olduğunu onayladı ve Türkçe`yi daha iyi anlatmak için, bu alfabeye bazı yeni harfler ekledi. TBMM, 1 Kasım 1928`de Yeni Türk Harfleri Kanunu`nu kabul ederek yürürlüğe koydu. Yeni Türk harflerini geniş kitlelere öğretmek amacıyla, 24 Kasım 1928`de "Millet Mektepleri" açıldı. Bu okulların başöğretmenliğini kabul eden Atatürk, gittiği her yerde kara tahta başına geçerek, halka bu harfleri öğretti. Bu nedenle Atatürk halk tarafından da, "Başöğretmen" adı ile anılmaya başlandı. Yeni Türk harflerinin sağladığı yararlar kısaca şöyle özetlenebilir: 1. Yeni Türk harfleri Türkçe`yi en iyi şekilde ifade edebildiği için, kısa sürede geniş kitleler tarafından benimsenmiştir. 1927`de Türkiye halkının ancak %8.5`i okur-yazardı. Millet Mektepleri`nin eğitim seferberliği sayesinde bu oran, 1935`te %20.4 e yükselmiştir. (Oysa aynı yıllarda okur-yazarlık oranı Almanya, Avusturya, Baltık ülkelerinde %99`u, Amerika`da %94`ü, Sovyet Rusya`da ise, %67`i bulmuştu.) 2. Yeni Türk harflerinin kabulü ile Türkçe, Arapça`nın boyunduruğundan kurtarılarak, eski zenginliğine kavuşmaya başlamıştır. 3.Arap alfabesi ile basım yapabilmek için 600 dizgi harfi sayısı, yeni harflerle 70`e inmiştir. 4. Yeni harflerle yazım kuralları basitleşmiştir. Türk toplumu Batı kültürü ile daha yakından tanışma fırsatı bulmuştur. 5. Matbaanın kuruluşundan (1729) itibaren, iki yüz yıllık süre içinde 30 bin yayın yapılmışken, 1928-1977 yılları arasındaki yaklaşık elli yıllık süre içinde, yapılan yayın sayısı 182 bini aşmıştır. Yeni harflerin kabulü ile sağlanan bu sonuçlar, Atatürk`ün, Arap harflerini değiştirmekle ne denli olumlu bir yenilik yaptığını kanıtlamaya yeterlidir. Milliyetçilik Genel Olarak Milliyetçiliğin Açıklanması Milliyetçilik (Ulusçuluk); bireyde genetik, fiziksel, kültürel, toplumsal ve doğal koşulların etkisi altında gelişen ve bir ulusun bireylerinde ortak olan duyguların, ülkülerin ve değerlerin toplamıdır. Bu duygu ve değerler, her zaman için bireysel çıkarların üstünde tutulur. Ulus için önemli ve kazançlı olan bir günde , ortak sevinç duyulur. Örneğin; ulusal bayramlarda, çeşitli alanlarda (bilim, sanat, spor vb.) kazanılan başarılarda ortak mutluluk dile getirilir. Ya da tam tersine, ulusun genel çıkarlarına bir zarar gelmesi durumunda, aynı şekilde ortak acı paylaşılır. Bu gibi olaylarda toplumun bireyleri dayanışma içine girerler. Örneğin; büyük bir sel felaketi, deprem ve yangın, savaşlardaki yenilgiler, ya da herhangi bir konudaki başarısızlık, ulus açısından önemli birinin kaybedilmesi gibi durumlarda ortak üzüntü paylaşılır. Ulusçuluk duygusu, insanlık tarihi kadar eski olmasına karşın, Fransız İhtilali’nden sonra önüne geçilmez bir durum almıştır. Her ulusun kendi ulusal devletlerini kurma isteği, çok uluslu imparatorlukların dağılmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti de çok uluslu bir yapıya sahipti. Bu nedenle, onun dağılması da kaçınılmazdı. Genç Osmanlı aydınlarının bu dağılmayı görerek, ortaya attıkları vatan ve siyasal birlik kavramına dayanan“Osmanlıcılık” başarılı olamamıştır. Din birliğini öngören “İslamcılık” düşüncesi de aynı sonla karşı karşıya kalmıştır. İçinde ırk öğesinin yer aldığı “Turancılık” düşüncesinin de, İttihat ve Terakki’nin başarısızlığı ile etkisiz duruma gelmesi, Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı yıllarında daha birleştirici öğeleri olan çağdaş ve yeni bir ulusçuluk anlayışı ile ortaya çıkmasına neden olmuştur. Atatürkçü Düşünce Sisteminde Milliyetçilik Kavramı Atatürk`ün ulusçuluk anlayışı, din ve ırk birliğine dayanmaz. Atatürk, ulusçuluk anlayışını, çağdaş bilim adamlarının da kabul ettiği temel ilkeler çerçevesinde belirlemiştir. Bu ilkeler; coğrafi ve siyasal birlik, kültür, tarih birliği ve ülkü birliği olarak başlıklandırılabilir. Daha açık bir anlatımla; aynı vatanı paylaşan, aynı siyasal yönetim altında yaşayan, aralarında tarihin derinliklerinden gelen birliktelik olan ve bu ortaklıklarını sürdürmek isteyen insanların oluşturduğu toplum, ulus olmaya hak kazanmış demektir. Bu nedenledir ki Atatürk; Türk Ulusu`nun oluşumunda etkili olan öğeleri şöyle sıralamaktadır: -Siyasal varlıkta birlik -Dil birliği -Yurt birliği -Köken birliği -Tarihsel yakınlık -Ahlaksal yakınlık Bir ulusun oluşumunda, bu öğelerin tamamının bulunması zorunluluğu yoktur. Ancak Türk Ulusu`nun oluşumunda bu öğelerin bir bütün olarak varlığı, ulusun bireyleri arasında , daha zengin ve güçlü bir bağ kurulmasında çok etkili olmuştur. Bir ulusun tarihinde geçirdiği büyük felaket ve acılar, o ulus içinde yer alan farklı etnik grupların birbirleriyle kaynaşmasını sağlar. Bu süreç, ulusun oluşumunda çok etkili olur. Türk Tarihi`nde yaşanan Milli Kurtuluş Savaşı da bunun en somut örneğidir. Bu yüzdendir ki; Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir." şeklinde bir tanım yapmıştır. Atatürk, "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü söylerken de, bu noktayı göz önünde bulundurmuş ve tek bir etnik grubu ifade etmediğini açıklamak istemiştir. Eğer Atatürk bu sözünde etnik bir amaç gütseydi, “Ne mutlu Türk olana” şeklinde bir yaklaşımda bulunması gerekirdi. Bugünkü topraklar üzerinde yaşayan ve Türk Ulusu olarak adlandırılan insanların, en az bin yıllık bir geçmişe dayanan zengin bir kültür, tarih, vatan, siyasal birlikteliği vardır. Günümüzün en güçlü devleti olan Amerika Birleşik Devletleri’nin bile, iki yüz yirmi yıllık bir tarihe sahip olduğu göz önüne alınırsa, bu ortaklığın önemi daha iyi anlaşılır. Atatürk, ulusun başka bir tanımını yaparken de; “Ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir bütündür.” diyerek, ulus için genel bir tanım yapmıştır. Bir ulusun oluşumunda kültürel birliğe Atatürk kadar önem veren başka bir lidere tarihte rastlamak olanaksızdır. Bu duruma işaret eden Atatürk, ulus için şu kısa tanımı yapmayı uygun bulmuştur: “Aynı kültürden olan insanlardan oluşan topluma ulus denir.” Türkiye Cumhuriyeti için 1924’te yapılan Anayasada, hiçbir biçimde din, mezhep ve ırk ayrımı gözetilmemiş ; “Türkiye halkına din ve ırk ayrımı olmaksızın Türk denir” şeklinde bir yaklaşım içinde bulunulmuştur. Atatürk ulusçuluğunun; başka ulusların da mutluluğunu düşünen, insancıl, çağdaş, barışçı, laik saldırganlığı ırkçılığı ve sınıf kavgalarını reddeden niteliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayış,Türk Ulusu`nun öz değerlerinin korunmasını ve dünya uluslarının yararlı bir öğesi olmayı da ön planda tutmaktadır. Ulusal Birlik ve Beraberliğin Anlamı ve Önemi Bir ulusun oluşumunda kültür ve tarih birliğinin ne denli önemi varsa, o ulusun güçlü bir şekilde, sonsuza kadar yaşayabilmesi için de ülkü birliğinin önemi vardır. Kuşkusuz bir ulusu meydana getiren bireylerin sosyal ve ekonomik konumları aynı değildir. Kimisi zengin, kimi orta güçte ve önemli bir bölümü de yoksul olabilir. Bu insanların eğitim düzeyleri, yaşayış biçimleri ve sosyal konumları da farklı olacaktır. Böyle bir durumda, bu insanları bir ortak temel etrafında birleştiren değerler neler olabilir? Bu bireylerin üzerinde yaşadıkları toprak, yani vatan, bağlı bulundukları kültürel değerler, siyasi kurumlar olan devlet, ulusun ifadesi olan bayrak ve ulusal marş gibi değerler, bu ortak değerler arasında sayılabilir. Ayrıca bireylerin atalarının ya da bizzat kendilerinin ortaklaşa yaşadıkları felaket ve acılar, mutluluklar da bu ortak değerlerden sayılır. Bu ve benzeri ortak yanların yanı sıra, daha sonraki zamanlarda yaşanması olası bulunan olaylara karşı hazırlıklı olma düşüncesi, kendi ulusunu güçlü ve çağdaş uluslar düzeyinde görme amacı da, bir ulusun genel ülküsünü oluşturur. Ülküsüz bir ulus, pusulası olmayan bir gemiden başka bir şey değildir. Bu nedenle, genç kuşaklara verilen eğitim programlarında buna özen gösterilmelidir. Ulusal birlik ve beraberliğe sahip olan uluslar, her türlü güçlüğü yenmesini bilmişlerdir. Bunun en güzel örneğini Kurtuluş Savaşı sırasında Türkler vermişlerdir. Dünyanın en güçlü orduları tarafından işgal edilmiş, ordusuz ve yönetimsiz bırakılmış yoksul bir ulus, bu zorluklara karşı koyarak hem içerideki işbirlikçilerle savaşmış, hem de emperyalistleri ağır bir bozguna uğratmıştır. Atatürk’ün deyimiyle; "Türk Ulusu, ulusal birlik ve beraberlik içinde bütün güçlükleri yenmesini bilmiştir.” Ulusal birlik ve beraberlik içinde bulunmayan ulusların çözülmesi, devletlerin yıkılması çok kolaydır. Bu nedenle günümüzde, sömürücü devletler, ekonomik ve siyasi bakımdan ele geçirmek istedikleri ülkelerin, içerden çözülmesini, dağılıp yıkılmasını sağlamayı amaçlamışlardır. Bu yöntem, bireylere değişik biçimlerde ve onların en duyarlı oldukları konular haline getirilerek sunulmaktadır. Bu durum fark edildiği zaman ise, ya çok geç kalınmış olmakta, yada devlet, maddi ve manevi bakımdan ağır kayıplara uğramaktadır. Kürt sorunu veya Güney-Doğu sorunu olarak topluma sunulan sorun bunun en güzel örneği olup, Türkiye`nin maddi ve manevi bakımdan büyük kayıplara uğramasına yol açmıştır. Atatürk, ayrılıkçılar konusunda ise; "Bugünkü Türk Ulusu siyasi ve toplumsal yapısı içinde kendilerine Kürtlük düşüncesi, Çerkezlik düşüncesi ve hatta Lâzlık düşüncesi veya Boşnaklık düşüncesi propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve ulusdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin zorba dönemlerinin devirleri ürünleri olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aracı, gerici beyinsizinden başka hiçbir ulus bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır. Çünkü bu ulusun bireyleri de bütün Türk topluluğu gibi, aynı ortak maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar ." diyerek, bu gibi girişimlerin ulusal birliğe, bütünlüğe büyük zarar verdiğini açıklamış ve tarihsel bir uyarıda bulunmuştu. Atatürk`e göre; bir ulus, başka uluslardan saygı görebilmek için, önce kendi ulusuna karşı saygılı olmak zorundadır. Atatürk”ün bu konudaki şu sözlerinin unutulmaması yerinde olur : "Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki ulusal benliğini bulamayan uluslar, başka ulusların avıdır.” Atatürk bir başka konuşmasında da; “Biz, esasen ulusal varlığın temelini, ulusal birlikte görmekteyiz.” diyerek, konuya verdiği önemi göstermek istemiştir. Atatürk Milliyetçiliğinde Ulusal Birlik ve Beraberliği Güçlendiren Öğeler Biraz önce de anlatıldığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan bireylerin siyasal, kültürel ve tarihsel ortaklıklarının tarihi, bin yıllık bir döneme dayanmaktadır. Bu ortak gelişim, Türk Ulusunun en önemli zenginlik kaynaklarından biridir. Bu topraklar üzerinde yaşayanlar, söz konusu süreç içinde aynı ortak kaderi paylaşmışlardır. Kurtuluş Savaşı sırasında ise, Türk Ulusu bir ölüm-kalım savaşı içine girmiştir. Bu savaş sırasında da Anadolu insanları, omuz omuza çarpışmışlar ve bin yıllık birlikteliklerini daha da pekiştirmişlerdir. Atatürk`ün de vurguladığı gibi, Türk ulusu`nu oluşturan bireyler arasındaki siyasi, kültürel, coğrafi ve tarihsel yakınlıklar ulusal birlik ve beraberliği güçlendiren en önemli öğelerdir. Öte yandan cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilmeye başlanan siyasal, hukuksal eşitlik ve sosyal devlet anlayışına dayanan devlet düzeni, ulusal birlik ve beraberliğin güçlenmesinde etkili olmuştur. Milliyetçiliğin Türk Toplumundaki Etkileri Türk ulusçuluğu ile daha önceki yüzyıllarda yaşanan din, mezhep ve ırk ayrımlarından kaynaklanan savaşlara son verilmiştir. Türk ulusçuluğu ile en sağlam birliktelik olan siyasal, kültürel ve ülkü birliğine dayanan önemli bir birlikteliğin temeli atılmıştır. Türk ulusçuluğu, barışçı bir hedefi öngördüğünden saldırgan ve yayılmacı amaçları reddetmiş, daha gerçekçi bir politikaya dayandırılmıştır. Türk ulusçuluğunun getirdiği siyasi, sosyal ve hukuksal eşitlik Türk toplumunu oluşturan bireylere güven vermiş, onların aralarında yararlı bir yarışa girmelerinde etkili olmuştur. Devrimcilik Genel Olarak Devrimcilik Arapça bir kelime olan "inkılâp" sözlüklerde; "değişme, bir durumdan başka bir duruma dönme" diye tanımlanmaktadır. Türkçe`deki karşılığı ise "devrim" dir. Devrim sözcüğü : "pek kısa bir zaman içinde meydana gelen temelli ve önemli değişiklikleri" ifade etmek için kullanılır. İnkılâp, Türkçe`ye Fransızca`da kullanılan "revolution"un karşılığı olarak girmiştir. Fransızca`ya, Latince`nin yuvarlamak, devrilmek anlamına gelen "revolvere" sözcüğünden geçmiştir. Bu sözcüğe Batı dillerinde ilk kez, "yıldızların hareketi" anlamında rastlamaktayız. XIV. yy.da ise bu sözcük doğaldan siyasal bilime doğru kayan bir anlam değişikliğine uğramıştır. Artık bu çağda, İtalyan sitelerindeki siyasal değişiklikleri ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. XVII. yüzyılda ise, bu sözcüğü bazı yazarlar, önceden görülmeyen, insan isteği dışında bir olay, bir değişme anlamında kullanmışlardır. Bu anlamıyla sözcük, tamamen nesnel bir anlam taşıyordu. Fakat, Aydınlanma Devri ve Fransız İhtilali ile ilk defa düşünsel ve öznel bir içerik kazandı. Bundan sonra İnkılâpta insan istencinin etkisi ön plana geçti. Böylece inkılâp, insanın dışında gelişen bir değişiklik olmaktan çıkıp, doğrudan doğruya insan tarafından istenilerek ve uğraşılarak başarılabilen siyasi ve toplumsal değişiklikler anlamında kullanılır oldu. "Devrim", tüm kurumları, devlet biçimi ve sosyal yapısı ekonomik ilişkileri eskimiş, yaşam biçimi gelişmeyen bir sosyal-ekonomik-siyasi düzenin ani olarak yıkılıp, yerine yeni bir dünya görüşünün ürünü olan, gelişme ve yaşama olanağı bulunan bir düzenin kuvvet yoluyla gelmesidir. Yani varolan düzen ve değerin yıkılarak, onun yerine, yeni ve ileri bir düşünceye dayanan yeni bir düzen ve değerin getirilmesidir. Devrimde yıkıcılığın yanı sıra, iyiye güzele doğru yapıcılık da vardır. Devrim bu niteliğiyle, sıradan isyan ve eşkıyalıktan, ihtilalden, reformdan ayrılır. Eğer devrimle getirilen yapı, eskisine göre daha geri bir nitelik taşıyorsa, bu bir devrim değil, gerileme (irtica) olayıdır. Reform, varolan hukuki, iktisadi ve sosyal düzeni daha iyi, daha faydalı hale getirmek amacıyla alınan önlemler, yenileştirme düzeltme çabalarıdır. İhtilâl ise, devrim olayının ilk bölümünü oluşturur. Devrimi gerçekleştirmek üzere varolan otoriteye karşı zora ve silaha başvurulan hareket safhasını ifade eder. Her devrim, genellikle bir ihtilâl ile başlarsa da, her ihtilâlin bir devrim ile sonuçlanması gerekmez. İhtilâl,devrimin amacı değil, aracıdır. Bir toplumun devrime sürüklenebilmesi için, iki koşulun oluşması gerekmektedir. Bunlar nesnel ve öznel koşullardır. Bir toplumda tarihsel ve toplumsal süreçler sonunda zaman içinde yapısal olarak ortaya çıkan koşullara, nesnel koşullar diyoruz. Nesnel koşullar, üç grupta sınıflandırılmaktadır. Bunlar da; ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullardır. Öznel koşullar ise; insanoğlunun doğrudan doğruya yönlendirdiği ve güdümlendirdiği birtakım öğelerdir. Öznel koşulları, liderlik, örgüt ve ideoloji olarak üç grupta toplayabiliriz. Bunlar nesnel koşulları hazır olan bir devrimi su yüzüne çıkarabilir, ya da doğrudan kısa dönemli yönlendirme ve güdümlendirmelerle bir devrimi öne alabilir ya da geciktirebilir. Yalnızca öznel ya da yalnızca nesnel koşullar devrime yol açmaz. Toplumdaki ekonomik, toplumsal ve siyasal çarpıklıklar, yetmezlikler, ancak insanın yönlendirdiği koşullarla bütünleşecek olursa o toplumda devrim gerçekleşir. Büyük devrimler genellikle üç aşamalı olarak gerçekleşir. Bunlar: 1. Düşünsel hazırlık aşaması, 2. Eylem aşaması, 3. Yeni bir toplumsal düzen kurmak amacıyla önemli yeniliklerin yapıldığı kurumlaşma aşamasıdır. Atatürkçü Düşünce Sisteminde Devrimcilik Kavramı Atatürk`ün önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi, aynı zamanda hem toplumun ümmet esasından millet esasına geçişini gerçekleştirmiş, kişisel egemenliğe son vererek, millet egemenliğini ilan etmiş, dine bağlı (teokratik) devlet yapısının yerine, lâik devlet yapısını geçirmiş; hem de modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalamakta olan toplumu, bu ikilikten kurtararak, Türkiye`nin yüzünü geri dönülmez şekilde çağdaş Batı uygarlığına döndürmüştür. Asıl amaç, çağdaşlaşmaktır. Ancak Atatürk`ün koyduğu ilkeler arasında ne Batıcılık ne de Batılılaşmak diye bir ilke yoktur. Onun bu konuda koyduğu ilke devrimciliktir(inkılâpçılık). Çünkü çağdaşlaşmanın iki boyutu vardır: Birincisi uygarlık, ikincisi Batıdır. Birinci boyut geneldir. Her millet bunu hedeflemelidir. Bunu Atatürk şöyle dile getiriyordu :" Ülkeler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir. Ve bir milletin ilerlemesi için de bu biricik uygarlığa katılması gereklidir." İkinci boyut ise (Batı), özel boyuttur. İleride bu yön değişebilir. Gelecek yıllarda dünyanın başka bir yerinde, daha ileri düzeyde bir uygarlık oluşabilir. O durumda coğrafi bir terim olan Batı` nın hiçbir anlamı kalmaz. Hatta Batı da birgün geri duruma düşebilir. Batıcılık ilkesi konsaydı, ileride de hep batının düzeyi hedeflenecekti. Oysa Devrimcilik ilkesiyle hep yenileşme ortamı hedefleniyordu. Atatürk`e göre; "İnkılâp (devrim) var olan kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, milletin en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır." Bu tanımlamasıyla Atatürk, devrimin basit bir yönetim değişikliği olmadığını, temel kurumlarda da değişmeyi ifade ettiğini ve Türk Devrimi`nin çağdaşlaşmaya yönelik bir karakteri olduğunu vurguluyordu. Yine Atatürk`e göre; "Uygarlık yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır.Toplumsal hayatta, bilim ve fen alanında başarı kazanmak için, tek gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayatta hâkim olan hükümlerin zaman ile değişmesi, gelişmesi ve yenileşmesi gereklidir. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları dünyayı değişmeden değişmeye uğrattığı bir devirde, yüzyıllık köhne zihniyetlerle, maziperestlik (geçmişe bağlılık-geleneksellik) ile var olmak mümkün değildir." Böylece Atatürk, milletin var olmasını, yani yaşayabilmesini; sürekli, değişmeye, gelişmeye yenileşmeye bağlamaktadır. Yenileşmenin gereğini de şu sözlerle açıklamaktadır : "Mantıkî hiçbir delile dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz. İlerlemede kayıt ve koşulları aşamayan milletler, hayatı makul ve pratik göremezler. Hayat felsefesini geniş tutan milletlerin egemenliği altına girmeye mahkumdurlar." Başka milletlerin egemenliği altına girmemenin tek yolunun, çağdaş uygarlığın verilerini uygulamaktan geçtiğini vurgulayan Atatürk, sözlerine şöyle devam ediyordu: "... dünyada her topluluğun ve varlığın değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, yaptığı ve yapacağı uygar eserlerle oranlıdır. Uygar eser yaratmak kabiliyetinden yoksun olan topuluklar, özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybederler. Uygarlık yolunda yürümek ve başarıya ulaşmak bir hayat koşuludur. Bu yol üzerinde duralayanlar ya da, ileriye değil geriye bakmak bilgisizliği ve gafletinde bulunanlar topyekün uygarlığın coşkun seli altında kalırlar." Uygarlık yolunda yürümeyi yaşam nedeni olarak gören Atatürk, Türk Devrimi`nin temel amacını şöyle belirtmekteydi: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların(devrimlerin) amacı; Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlam ve biçimi ile uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir. İnkılâbımızın temel ilkesi budur." Statikliği (Durağanlığı) değil, dinamikliği (gelişmeyi) temel alan Atatürk`ün devrimcilik ilkesi, öteki ilkelerin felsefesini de kapsar. Onların gelecekte geliştirilmesi için de açık kapı bırakır. Atatürk, Türk Devrimi`nin ilkelerinin felsefesini "Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir." sözüne bağlar. Bilim, gerçeği bulma yolunda sürekli araştırmadır. Toplum ve devlet örgütleri bilimin buluşları karşısında kayıtsız kalmamalı, statik düşünce biçiminden kurtulmalıdır. Atatürk ilkelerinden cumhuriyetçilik, millîyetçilik, lâiklik; Osmanlı saltanat ve halifeliğine ve örgütlerine bir tepki olarak doğmuştur. Devrimcilik ise, gericiliğe kapıları kapamak, yönetim örgütlerinin kalıplaşmasını engellemek ve Türk ulusunu durgun felsefeye düşürmekten kurtarmak için konulmuştur. Dolayısıyla Türk toplumunu ileriye götürücü bir işlevi vardır. Çünkü Atatürk`e göre; "Toplum durmaz. Biz bugün bu durumdayız, ama bu durumda kalamayız. Onun için her sorunda İnkılâpçı olacağız." Bu nedenle de uygarlık dünyasındaki yerimizi korumak ve ona uyum sağlamak için "İnkılâbın temellerini her gün derinleştirmek ve kuvvetlendirmek gerekmektedir." Atatürk Devrimi`nin Temel Nitelikleri 1) Statik değil, dinamik bir düşüncedir. Her zaman yeniliklere açıklığı hedefler. Önceden saptanmış soyut ilkeler üzerine kurulmamıştır. Hiçbir şeyin durmasına, donup kalmasına izin vermez. 2) Aklı ve bilimi önder alır. Türkiye`yi çağdaş uygarlığa ulaştırmayı amaçlar. 3) Taklitçi değil, gerçekçi ve uygulanabilir niteliktedir. Gelenekçi düzene karşıdır. Gelenekçi-kaderci anlayışla modernleşme arasında bocalayan Türk milletini bu ikilikten kurtaran ilke olmuştur. 4) Hem ulusal, hem de evrensel nitelikleri vardır. Sömürülen ülkelerin bağımsızlık hareketlerine örnek olmuş bir düşüncedir. 5) Evrimci bir düşünce olmadığı gibi, gericiliğe de kapıları kapatan bir anlayıştır. Sosyalizm ve solidarizm gibi totaliter düşüncelerle de bir ilgisi yoktur. Türk Devrimi ve Evreleri Osmanlı Devleti, Batı`nın bilimsel ve teknik gelişmelerinden kopukluğu nedeniyle XVII. yüzyıldan itibaren bir çöküş içine girmişti. Devlet yöneticileri, gelişmiş toplumların bu üstün duruma nasıl geldiklerini çok geç fark edecekti. Yapılan Islahatlar da, çok uluslu yapıdaki Osmanlı Devleti`ni parçalanmaktan kurtaramadı. Islahat, teokratik düzen içinde ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyen eski kurumları kaldırmadan yapıldığı için, başarılı olamadı. Kimse bu başarısızlıktaki en büyük etkenin, yapılanların millet iradesine dayanmamaktan kaynaklandığını anlayamadı. Bu nedenle de teokratik monarşinin kaldırılmasını düşünemedi. Osmanlı Devleti`nin kurtarılması çabalarına XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı aydınları, kurdukları dernekler ve örgütlerle katıldılar. İşte bu örgütlerden biri olan "Vatan ve Hürriyeti"i de Mustafa Kemal kurdu. Mustafa Kemal, 1906`da bu derneğin şubesini Selanik`te açarken "millet eziyet ve baskı altında yok oluyor. Özgürlüğün olmadığı bir ülkede, ölüm ve yıkım vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür. Kahredici bir baskı yönetimine ancak ihtilalle cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük iradeyi yıkmak, milleti egemen kılmak, vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum." diyordu. Görüldüğü gibi M. Kemal, ilk olarak bu toplantıda yıkılmak üzere olan bir yönetimi, ihtilal yaparak sona erdirmeyi gündeme getirmiştir. Kısa bir süre sonra 1908`de istibdat yönetimi, anayasanın yürürlüğe girmesi ile sona erdi. Ancak köklü bir değişiklik olmadığı için, devletin çöküşü önlenemedi. Mustafa Kemal`in anı defterine, 8 Temmuz 1918 tarihinde yazdığı şu satırlar da onun Türk tarihinin rastlantı sonucu ortaya çıkardığı bir lider olmadığını göstermektedir : "Benim elime büyük yetki ve güç geçerse, toplumsal yaşantımızda istenilen inkılâbı bir anda bir "coup" (ihtilal) ile uygulayabileceğimi zannederim". Bu cümleden anlaşılacağı gibi, Mustafa Kemal, eline yetki ve güç geçerse bir devrim yapmayı plânladığını yıllar öncesi açığa vurmuş ve zamanını kollamıştır. Devrim için gerekli; toplumsal yetersizlikler, çarpıklıklar ve diğer faktörler 1919`da hazırdı. Türk Devrimi de, diğer büyük devrimlerde olduğu gibi, üç aşamadan geçerek gerçekleşecekti. Bunlardan birincisi olan "düşünsel hazırlık aşamasının" uzunca bir süresi, Osmanlı İmparatorluğu`nda geçmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Osmanlıcılık ve Türkçülük akımlarının olumlu yanlarından yararlanılmıştır. Türk Devrimi ayrıca, Fransız Devrimi`nden etkilenmiş, ancak kendine özgü bir biçimde gelişmiştir. İkinci aşama "eylem aşaması"dır. 30 Ekim 1918`den itibaren yurt topraklarının işgal edilmesi üzerine başladı. İşgallere İstanbul Yönetimi`nin karşı koymaması, halkın Mustafa Kemal`in önderliğinde kendi iradesini kendisinin belirlemesine yol açtı. Artık sorumluluklarını yerine getiremeyen ve yasallığını çoktan yitirmiş bulunan Osmanlı yönetimine karşı, hukuksal olarak ihtilâl hakkı doğmuştu. TBMM`nin kuruluşuyla bu aşamada temel amaç, halka millet bilinci aşılayıp, emperyalizme karşı başkaldırarak, bağımsız bir devletin kurulmasına çalışmaktı. Bu yönleriyle Türk Devrimi başlangıçtan itibaren ulusal bir ideoloji siyasal bir eylem niteliği taşımaktaydı. Türk Devrimi bu aşamada, bir taraftan Batılı emperyalist güçlere karşı savaşım verirken, diğer taraftan da yeni bir hukuk düzeni kurma amacına yönelmiştir. Bu yeni hukuk düzeni, teokratik temellere dayanan Ortaçağ devletinin yerine, ulusal egemenliğe dayanan bir devlet olacaktı. Üçüncü aşama; "yeni bir toplumsal düzen kurmak ve çağdaş uygarlığa ulaşmak yolunda yeniliklerin yapıldığı evre" oldu. Cumhuriyet ilân edildikten; yani, siyasal devrim tamamlandıktan sonra, M. Kemal "Ülke kesinlikle uygar, çağdaş ve yenilikçi olacaktır. Bu bizim için hayat davasıdır. Bütün fedakârlığımızın sonuç vermesi buna bağlıdır... İlerleme yolumuzun önünde dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenileşme ortamında duracak değiliz." diyerek, Türk Devrimi`nin üçüncü aşamasının başlatıldığını belirtmiştir.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|