|
GİRİŞ Kadına yönelik şiddet dünyadaki en yaygın ancak en az tanımlanmış insan hakları suistimalidir. Dünyada yılda 3.5 milyon kişi şiddetten yakınmaktadır. Şiddet tarihsel süreç boyuncu hemen hemen bütün toplumlarda görülmüştür. Geleneksel kadınlık rolü beklentileri kadına adeta “kurban” pozisyonunda kalması teşvik etmektedir. Kadınlar “Öğrenilmiş acizlik” leri nedeni ile kaderlerine boyun eğmektedir. Halbuki güzelliklerden kendilerine ayıracak, cam bölmeyi kaldıracak “güç” her insanda vardır. Yeterki kadınlar kendi dünyalarının muhteşemliği ve sınırsız gücü ile tanışsınlar. Bir çocuğun güven duygusu birden bire korkuya dönüştüğünde bakışlarına yansıyan gölgeden başka neden bir erişkinin anlaşılmaz cinsel davranışlarıyla karşılaştığı zaman henüz gelişmemiş bir bedenin söz yetimine uğramasından başka ne olabilir. Hepimizin içindeki çocuğun öldürmeden bu karanlık ortadan kaldırılabilir mi? KADININ TOPLUMDAKİ YERİ Dünyada çeşitli toplumlarda kadınların sosyal statülerin ve sağlık düzeyleri arasında farklılıklar mevcuttur. Uluslar arası kuruluşlarla hemen hemen tüm dünya ülkeleri kadın konusunun üzerinde durmaya 1970`lı yıllarda başlamıştır. Ancak Türkiye`de 1923 yılında Cumhuriyetin ilanıyla sosyal ve yasal haklara sahip olmuşlardır. Yapılan araştırmalarda kadınların kocalarına bağımlı oldukları dolayısıyla kadınların eşler arası ilişkiye daha büyük değer verdiği ortaya koymuştur. Kadın kocasından şiddet görse dahi bunu kabullenerek eşiyle birlikte yaşamayı sürdürmüştür. Çünkü ekonomik özgürlüğü olmayan kadın buna mecbur kalmıştır. Ekonomik özgürlüğü olan kadın ise ailedeki bütünleştirici rolünden dolayı eşinin şiddetine katlanmıştır.(8) ŞİDDET Şiddetin Tanımı: Bir karşılıklı ilişkiler ortamında taraflardan biri veya birkaçı doğrudan veya dolaylı toplu veya dağınık olarak diğerlerini veya birkaçını bedensel bütünlüğe veya törel, ahlaki, moral manevi, bedensel bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel ve sembolik ve kültürel değerlerine oranı ne olursa olsun zarar verecek şekilde davranmışta bulunulmasına şiddet denir. Başka bir deyişle şiddet fiziksel yada fiziksel olmayan biçimlerde, fiziksel ve ruhsal acı ve zarar veren saldırgan davranışlardır. (4) Kadına Yönelik Şiddet: Kadına yönelik şiddet, kadınlara fiziksel, cinsel yada psikolojik zarar verebilecek acı çekmelerine neden olabilecek davranışlar bu davranışlara ilişkin tehditler ve kadınların özgürlüğünün zorla kısıtlanmasıdır. Ülkemizde Başbakanlık Aile Araştırma kurumunun 1994 yılında yaptığı araştırmada, aile içinde kadınların % 34 fiziksel, % 53` ü sözel şiddete uğramaktadırlar, çocukların % 46`sının fiziksel maruz kaldığı saptanmıştır. Şiddet uygulanan yer “ev” dir, yani şiddetin mekanı evdir. Saldırgan koca veya duygusal ilişkide bulunan erkektir. Erkek kadına dayak atma hakkını kendide bulmaktadır. Kadına yönelik şiddete daha çok tekme, tokat ateşli silahlar, kesici aletler kullanılmaktadır. Kadın dayanışma vakfının 1995 yılında yaptığı bir araştırmada, kadınların sadece % 3`ü eşinden şiddet görmediklerini söylemişlerdir. % 41`i de kocaları tarafından küçük görüldüklerini söylemişlerdir. Diğer kadınlar ise kocaları tarafından şiddete maruz kalmaktadırlar. (4) Aile İçi Şiddetin Nedenleri Eşin evle ilgilenmemesi Eşin saygısız tavır ve davranışları Eşin kötü alışkanlıkları (Alkol, madde, kumar vb) Yüksek enflasyon Ahlak ve namus anlayışı Anne babaların geçmişteki dayan deneyimi Geniş aile yapısı Gelin kaynana ikilemi Şiddetin kuşaktan kuşağa sorun çözmek biçimi olarak aktarılması Yasaların yetersizliği (1) Bir araştırmaya göre; Kadınların Çoğu daha evliliklerinin ilk günlerinde % 33`ü alkol yüzünden şiddete başvururken % 19`u ise, hem alkol hem de kumar nedeniyle şiddet uygulamaktaymış. Örneği bir kadın alkolik eşinden nasıl ayrıldığını şöyle ifade etmiştir. “Eşim akşamdan gecenin bir vaktine kadar içer, zil zurna sarhoş gelir ve çoluk hepimizi ayağa diker. Hiçbir sebep yokken hepimizi iyice döver. Yine öyle akşamlardan biriydi, işten çok yorgun gelmiştim. Eşim gecenin bir vaktinde eve sarhoş geldi, bizi ayağa dikti ben o zaman kendimi kaybetmişim ve elime geçirdiğim bir sopayla eşimi fena halde dövmüşüm. Olaydan sonra bu işin olmayacağına karar verdim ve eşimden ayrıldım (7). Aile işi şiddetin ikinci nedeni de eğitim düzeyinin yüksek oluşu. Eğitim düzeyi yükseldikçe eşler arasındaki şiddet daha fazla oluyor. Eğitimli kadınlar eğitimsiz kadınlarından daha fazla dayak yiyorlar. Kırsal kesimlerde yaşayan kadınlar ise tahsilli hanımlara göre daha az şiddete maruz kalıyorlar. Eğitimli olmak toplumsal alanda şiddeti azaltmadığı gibi bir özgüven ve gelişimcilik kazandırdığı için şiddeti artıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. (7) Buna en güzel örnek siyaset Meydanı adlı TV programında aile içi şiddet tartışılırken hukukçu bir hanımın anlattıklarıydı. İkisi de Prof. Olan bir karı koca, erkek olan hanımına karşı şiddete başvuruyor ve soğuk kış gecelerinde bile onu balkona hapsediyor. Hukukçu hanım eşim şiddet uyguluyor diye bize başvuran Proflar bile vardı. Aile içi şiddetin üçüncü neden ise ekonomik kökenlidir. Gelir seviyesi düşük ailelerde sosyoekonomik sorunlar yüzünden bunalan erkek tüketici gibi gördüğü kadına şiddet uyguluyormuş, gelir seviyesi yüksek ailelerde hayatla ilgili beklentilerin karşılanmamasının meydana getirdiği gerilim şiddeti körüklüyormuş. (7) Eşler arasındaki boşanmaların % 54 ve kadı sığınma evlerine sığınmaların % 64`ü eşler arasındaki şiddet olayından kaynaklanıyormuş (7). Şiddete Maruz Kalan Kadınların Çoğu Şiddete maruz kalan kadınların % 80`i şiddet karşısında yapılacak bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Bir çok kadın boşanmanın onlara getireceği olumsuz koşullar nedeniyle boşanmayı değil boşanmamayı bir hak olarak görmektedir. 1990 yılında yapılan bir araştırmaya katılan her 10 kadından birisi, kocası ona ne yaparsa yapsın kesinlikle boşanmayacağını sıkça tekrarlanan “ölürümde boşanmam” cümlesiyle ifade ederek belirtmiştir. Çünkü ana ocağından ayrılırken bu eve gelinlikle girdin, kefenle çıkarsın sözü sık sık tekrarlanmıştır. (4) Eşinizden Gördüğünüz şiddet karşısında neler yapıyorsunuz? Bende Bağırıp hakaret ediyorum. Bazen susuyorum. Karşılık veriyorum. Konuşmaya çalışıyorum. Ağlayıp sızlıyorum. Ağlıyorum, küsüyorum, ailemden yardım alamıyorum, beni suçluyorlar. Dayağı yiyip evde oturuyorum. Yüz göz şiş olduğundan dışarı çıkamıyorum. Ağlamaktan başka bir şey yapamam. Anneme bile söyleyemem, benim için yanar. Ailemi niye üzeyim kendin yaptım kendim çekiyorum. Gururum var, namusun var bunları düşünüyorum. Millet dedikodu malzemesi mi olayım. Evden kaçtım beni Van`da yakaladılar. Evi birkaç kez terk ettim sonra mecbur geldim. Küserdim, ağlardım ne yapayım mecbur başarırdım. Tavır takınıp konuşmazdım. Gündüz beni döverdi gece gene gider onun koynuna girerdim (4). Aile İçi İlişkilerde Saldırgan Davranışların Kaynağı Aile içi, ilişkilerde saldırgan davranan bireyin saldırgan davranışlarının altında; Çocukluk döneminde yaşanılan SOSYALİZASYON Gençlik Yetişkinlik döneminde edinilen DENEYİMLER Bireyin yaşamında var olan GERİLİMLER yaratmaktadır. Aile içi şiddete maruz kalan kadının özelikleri; Duygusal açıdan katı bir aile ortamından pasif olmaya yönetmiştir. Sosyal açıdan yalnızdır, şiddetin tüm evliliklerde olduğuna inanmaktadır. Saldırgan davranışlardan kendini sorumlu tutmak. Saldırganın bir gün değişeceğine olan inancının hiç kaybetmez, itaatkar olmaktan vazgeçmez. Oldukça ciddi psikolojik ve fizyolojik sorunları olmasına karşın, yaşadığı öfke ve şiddeti inkar etme eğilimindedir. Aile ve ev çevresindeki cinsiyet rolü gelenekselcidir. (3) Şiddetin Kadın Sağlığı Üzerine Etkileri Fiziksel Sağlık Mentol Sağlık Yaralanmalar Depresyon İstenmeyen Gebelikler Korku Jinekolojik Sorunlar Anksiyete Aids, cinsel yolla bulaşan hastalıklar Kendini küçük görme Abor tuşlar Yemek yeme sorunları Pelvik enflamotuar hastalıklar Obsesif – kompusif davranışlar Kronik pelvik ağrı Post travmatik strese bağlı astma Sigara, alkol ve uyuşturucu gibi kendine zarar verecek kötü alışkanlıklar. (4) Kadınları Şiddete Karşı Nasıl Koruyabiliriz Türkiye deki şiddete uğrayan kadına yönelik örgütlenmeler henüz çok yeni ve çok yetersiz düzeydedir. 10 misafir sığınma evinde 1270 kadın ve 1150 çocuk ve 4 danışma merkezinden 2332 kadın yararlanmıştır. (4) Türkiye`de konu ile ilgilenen kuruluşlar Gönüllü Kuruluşlar Kadın Dayanışma Vakfı (1991) Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı (1990) İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu
Yerel Yönetimler Bornova Belediyesi Kadın Dayanışma Merkezi Küçükçekmece Belediyesi Kadın Evi Resmi Kuruluşlar Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Başbakanlık-Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu kadın Misafirhaneleri. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi krize Müdahale Merkezi Üniversiteler bünyesinde kurulan (halen 11) Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezleri (4) Kadına Karşı Şiddette Sağlık Bakanlığınca Getirilen Öneriler Dünya Bankasının Kadına karşı şiddet adlı raporunda (1994) her bir ülkede sağlık bakanlığına bu alanda yapılması gerekenler konusunda ayrıntılı öneriler getirmektedir. Bu öneriler arasında; Aile Planlaması ve acil servisler başta olmak üzere, tam sağlık birimlerinde şiddet kurbanlarının erken teşhisi ve sevk edilmeleri için modeller hazırlanıp, uygulanmaya konulması. Şiddetin insidans ve prevelansı saptayacak araştırmalar yapılması Ulusal sağlık araştırmalarına şiddet sorunlarının eklenmesi Sağlık personelinin mezuniyet öncesi eğitimlerine cinsel aşağılanmanın dinamiği konusunda bilinçlendirme programlarının yaygınlaştırılması Suçlulara yeniden eğitim programlarının hazırlanıp uygulanması Adli hekimlerin bu konuda eğitilmeleri yer almaktadır. (4). EROTİZMDE ŞİDDET VE AHLAK İLİŞKİSİ İnsanoğlunun yaşamsal dramının yoğunlaştığı alanlardan biri olan erotizmde içgüdüler üzerinde uygulanan baskı ve yönlendirme rejimi şiddet eylemlerini tahrik eder. Örtünmeyi gerekli kılan ahlak kuralları bedeni kapalı-açık kavramları aracılığıyla ahlaksallaştırır. Bunun sonucunda bedenin bir bölümü mutlaka örtülür. Bu örtme olgusu bir ahlak kuralının varlığını gösterir. Bu kuralın amacı da şiddeti önlemektir. Cinsel içgüdü içinde yoğun şiddet barındıran bir içgüdüdür. Ahlak kurallarının cinsel ilişkileri kontrol etmesi, insan türünü zorunlu hastalıklı bir tür haline getirmiştir. İnsanlığın bugünkü bu şiddet üretici ile baş ettiğini söylemek güçtür. Cinsellikle ilgili ahlak kuralları etkinliklerini kaybetmişlerdir. Cinsellik içgüdüsü diğerinin bedenine müdahaleyi içermektedir. Bedenlerin birbirini çekmesi gönüllü şiddet oluşumlarına yol açar. İnsanlar şiddeti yaşamak zorundadırlar. Yoksa erotik coşkuyu hissedemezler. Kant`ın ahlakı ve erotizm dışı kupkuru yaşamı ‘Felsefe içinde bir giz mi taşıyor. Fikirler, fikirler ama ne için? Erotizm insanı korkunç bir kargaşanın içine sürüklüyor. Ahlak ve şiddet birbirinin içine giriyor. Erotizmde tüm düzen altüst oluyor. Erotizm varoluşun yaşama dönüşme noktası. Yaşamın varoluşun içinde yok olma noktası. Yoksun bırakılma şiddeti davet etmektedir. Evlenme, şiddete karşı korunma yöntemlerinden biridir. Devasa bir evlilik ahlakı vardı. Evlilik kuralları, erotizmin belirsizliğine yol açtığı şiddete (kendine ve diğerine karşı) karşı etkin bir düzenlemedir. Evlilik erotik şiddeti, sürekli yinelenen ve böylece sıradanlaştırılan cinsel ilişkilerin içinde törpülemekte ve zamanla yok etmektedir. Evlilik, ahlakın içgüdüler karşısındaki zaferidir. İç güdüsel zevkin sınırsızlığının şiddete dayanıksızlığı karşısında, içgüdünün ahlaksal kurallara boyun eğdirilmesidir. Hepimizi çileden çıkaran cinsel ahlakın özü, şiddete kategorik bir tavır almasıdır. Bedensel özgürlüğün şiddetin özgürleşmesine yol açması bir kez daha özgürlüğün ölüme ve dolayısıyla kendi zıddına dönüşmesi olgusunu gözler önüne sermektedir. herkesin cinsel etkinliğini şiddeti koruma rejimi yardımı. Cinsel özgürlük şiddetin tamamen fanteziye dönüştüğü insanlar arasında mümkündür. Cinsel özgürlük terimi çelişkili bir terimdir. Cinsellik, ötekinin varlığını ve bedenini sunmasını gerekli kılar. Yani, diğerinin onayı olmaksızın gerçekleşemez. Cinsel özgürlükten kastedilen şey, iki bedenin ve iki bilincin kendilerini birbirlerine sunduğu anda bir engelin bu sunuşu engellememesi durumudur. Cinsel özgürlük, iki kişinin bir bu tün olarak özgürlüğüdür, ikili özgürlüktür. Erotik dürtüler kendi içinde anlamsızdırlar. Diğeri ile hiçbir anlama gelmeyen bağlantılara neden olmaktadır. Belki de şiddetin kaynağı bedensel dürtülerin zihne çok fazla yük bindirmesinden kaynaklanmaktadır. Şiddet zihnin yorgunluğudur. içgüdünün yorulmaz istekleri karşısında zihin kendi bedenine ve diğerinin bedenine karşı bir davranışlar rejimi oluşturur. Bu rejime uyulamadığı zaman şiddet oluşur. Erotizm, bireyin kendi bilincine ve bedenine egemen olamayacağını ve bedenini başka bir bedenle şiddet ilişkisine sokması zorunluluğunu içermektedir. Erotizimin dışında diğeri ile beden-bedene zorunlu bir ilişki yoktur. Erotizmde beden doğrudan bir unsurdur. Diğer unsurlar ikinci derecededir. Doğal düzen erkeğin bedeninin dişinin bedenine onay almadan şiddet kullanmasını içermektedir. Kültürel düzen, önce dişinin kan bağlantısı olan erkeğin onayı daha sonraki dönemlerde dişinin kendi onayı ile oluşan cinsel ilişkiye izin vermiştir. İnsan içgüdüleri kontrol ettikten ve erotik şiddeti bertaraf ettikten sonra ahlaksal kurallarla çevrili monoton bir yaşama mahkum oluyor. Hatta ahlak varlık nedenini de kaybediyor. Uzayıp giden bir beklenti dönemi başlıyor. Aslında hiçbir şey yapmaya gerek yok. Hiçlik kendini hissettiriyor. Çok garip. İnsanın içindeki bir hiçlik duygusu varoluşu devindiriyor. Önce değişmez içgüdüler var. Bu içgüdüler bireyin zihnini ele geçiriyor ve onu şiddete çağırıyor. Ahlak ise zihni bu şiddetten vazgeçiriyor. Üç evre vardır: biyolojik evre, sosyal evre, felsefik evre. Bu evreler üç duruma karşılıktır: içgüdü ahlaksal, kurallar, yaşam ötesi varoluş. Çok açık bir olay var. Şiddetin kaynağı, yaşamı mümkün kılan içgüdülerdir. İçgüdülerin yok oluşunu tasarımladığımızda içgüdüsüz, erotizmsiz, mekanik bir döllenmenin mümkün olduğunu düşünebiliriz. Üreme kontrol altına alındığında yiyecek bulma sorunu kalmayacaktır. Beden tali bir unsur haline gelecektir. Ve şiddet ortadan kalkacaktır. Bunun sonucu ahlak ortadan kalkacaktır. Ahlak ve şiddetin olmadığı bir yaşamda insanlık tüm çabasını varoluşun gizemi üzerine yoğunlaştıracaktır. Her tür ayrıntı binlerce beyin tarafından incelenecek, yaşamsal engellemelerden kurtulunacağı için herkes tüm zamanını bu ayrıntıları incelemek ve bunlardan sonuç çıkarmak için geçirecek tir. İnsan türünü, gerçeği gerektiği gibi araştırmaktan alıkoyan “içgüdüdür”. Tüm yaşamını anlamsız, sonu gelmez içgüdüsel istekleri tatmin etmek için uğraşarak heba etmektedir. İnsan türü hızla çoğalmaktadır. Biyolojik yapı entelektüel yapıya dönüşememiştir. Tüm alanı içgüdüler kaplamış ve bunun sonucu şiddet ve ahlak birbirine paralel biçimde genişlemiş ve yoğunlaşmıştır. Aşırı ahlaklı olmak, içinde aşırı bir şiddeti barındırmak demektir. Ahlak ve şiddet ikileminin dışına çıkmak, bireyin entelektüel ve felsefi gelişimini belirli bir noktayı aşması ile mümkündür. İçgüdüsel olarak aşırı bir biçimde çoğalan insan yığınlarında şiddet tüm hızıyla artacak, bunu önlemek için ahlak kuralları bireyin tüm alanını ele geçirecek ve sürüleşme tek yaşam biçimi olarak yüceltilecektir. Her şey toplum içindir çığırkanlığının kökeninde bireyin birey olarak varoluşunun olanaksızlığı vardır. İnsanın içgüdülerini toplumsal bir eylemle değil bireysel bir eylemle kontrol etmesi gerekir. Toplumsal kontrol her zaman şiddete açık bir alan bırakır ve bu alan belirli bir genişliğe ve yoğunluğa ulaştığında bir topluluğa ait olan bireylerin birlikte başka bir topluluğa karşı uyguladıkları sistematik ve toplu bir şiddet eylemi haline gelir. Şiddet, toplumsal ahlakın kategorik yapısının kaçınılmaz sonucudur. Günlerin insanın varoluşunu tüketircesine birbirini izlemesi her şeyin can sıkıcılığın unsurları haline gelmesi, her şeye doymuş olmak artık herhangi bir yenilikten umudunu kesmek, ölümün yavaş yavaş varoluşun içine nüfuz etmesinden kaynaklanır. Bu süreç içinde erotizmin, şiddetin, ahlakın birbirlerinin devinimini yavaşlatan bir döneme girdiğini fark ederiz. Erotizmin günlerin yeknesaklığını önlemede yetersiz kalmasıyla birlikte ahlak, can-sıkıntısının kurallaşması biçiminde ortaya çıkar. Artık şiddetin yoğun baskısı hissedilmez ve depresifin kayıtsız, karanlık varoluşsal serüveni başlar. Günler günleri kaçınılmaz bir biçimde izler ve ahlaklı olmanın dışında bir seçim kalmadığı için ahlak da yok olur. Ahlak her zaman bastırılmış bir şiddet olgusunu içinde taşır. Ahlak kurallarının keskinleşmesi şiddetin potansiyel olarak yoğunlaştığını gösterir. Keskinleşen ahlak bir patlamanın habercisidir. Kesin ahlak kuralları ile yaşayanların öldürmeye, ölüme ve tecavüze, yakınlıkları yazarların, sinema yönetmenlerinin, sanatçıların gözünden kaçmamıştır. Ahlakdışı alanda yaşayan Bnhemler`de şiddetin devinimi çok zayıftır. Ayrıcalıklar,`bu-ayrıcalıklardan yoksun kalanlarda şiddete eğilimine yol açtığı için ahlak bir kez daha şiddet bastırma işlevini yerine getirir. Şiddete başvurmanın dışında seçimi kalmayanlar ahlaksız olmayı seve seve kabullenirler. Çünkü ahlakın içinde kötülüğü taşımak zorunda olduklarını fark etmişlerdir. Brecht`in ünlü sözü “Önce ekmek sonra ahlak”, ahlakın tutsağı olanların yalnızca ayrıcalıklara saygı göstermek zorunda kaldıklarını göstermektedir. Ahlakın özü adalet, eşitlik değil, şiddetten korkmaktır. Bireyin gelişmişliğini gösteren olgu, onun ahlaklı olması değil, ahlakın gerekli olmadığı bir varoluş alanı yaratabilmesidir. Bu alan tüm yaşamı kucakladığı an, insan kendi eksik yapısını aşacak, başka bir türün varoluşunu başlatacaktır. Ahlak kuralları ayrıcalıkları haklı kılma amacını güderler. Bunun nedeni, ahlakın toplumsal pratiğin kurallaşması özelliğinden ileri gelmektedir. Bireylerin hep kendilerini ahlaklı görüp toplumda hala haksızların çoğalmasından şikayetçi olmalarının nedeni, ahlakın ayrıcalıkları koruma eğitimini fark etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıcalıkları değiştirmenin veya kaldırmanın tek yolu şiddettir. (Üretken yapısının değişmesine de her zaman şiddet eylemleri eşlik eder.) Ahlakın değişmez niteliği olan şiddete karşı olması gerçeği karşısında eşitsizlik, adaletsizlik olguları ahlak kuralları ile birlikte varolacaktır. Burada önemli bir sorun ve bir çelişki ortaya çıkıyor. Bireyin Kant`ın belirttiği ahlaksal ilkeleri vardır ama toplumdaki ahlak kuralları ile bu ilkelerin görünürde ortak noktaları bulunsa da özde böylesi bir ortaklık yoktur. Toplumun ahlak kuralları ne olursa olsun o toplumu korumaya yöneliktir ve bu sebepten dolayıdır ki gözle görülebilir, algılanabilir eylemleri gerekli kılmaktadır. Toplumun ahlak kuralları bireylerin niyetleri ile ilgilenmez. Yalnızca belirli durumlarda belirli davranışları gerekli kılar. Toplumda her zaman törensel ahlak vardır. Toplumsal ahlak bir boyun eğme ahlakıdır. Bergson bu ahlaka “kapalı ahlak” diyor. Ama açık ahlakı yalnız kahramanlara özgü bir ahlak olarak düşünmesi bana ters gelmekte. Birey pekala kahraman olmadan bireysel ahlakını inşa edebilir. Ama bunun için toplumu kendi dışında bir bütünlük olarak değerlendirmesi, onların içinden bireyleri çekip çıkarması gerekmektedir. Üstün nitelikli bireyler birbirlerini bulanabilirlerse, toplumun kapalı ahlakının zararlı etkilerini azaltabilirler. 3.1 Ahlak ve Şiddet Varlığımızın eksikliğini ve mutluluğumuzun önündeki engelleri kendiliğinden önümüze çıkan iki olgu aracılığıyla fark ederiz. Bir taraftan bizi sürekli kemiren ahlak kuralları diğer taraftan tüm umutları bir anda sona erdiren şiddet. Ahlak kuralları herkes tarafından karşı çıkılmasına rağmen varlıklarını sürdürürler. İki veya daha fazla kişinin bulunduğu her yerde bu kurallar varlıklarını kabul ettirir. Sosyoloji, psikoloji, psikanaliz, etnoloji ve felsefe kendi alanlarındaki araştırmalar içinde birden kategorik bir biçimde ortaya çıkan ahlak olgusu ile karşı karşıya kalırlar. Herkes en azından görünürde bu kurallara uyar. Büyük bir ahlaksızlık çeşitti dil oyunları ile ahlaksal bir giysiye bürünebilir. Ahlak kuralları özgürlüğü sorunsallaştırmaktadır. Varoluş bir özgürlük devinimidir. Özgürlük boşluk içinde başlangıçsızdır. Özgürlük varoluşun gerçekleşme biçimi olarak boşluğa açılır ve ahlaksal kurallarla kendini imha ederek bireyselleşir. Felsefi özgürlük ile sosyo-politik özgürlük arasındaki geçiş alanı özgürlüğün ahlaksallaşması süreciyle somutlaşır. Özgürlük ahlaksallaşma sürecine giremediğinde şiddet haline dönüşerek varoluşa yabancılaşır. Ahlaksal kurallara baktığımızda bu kuralların bir taraftan toplumsal baskı, diğer taraftan ben`in içinden gelen bireysel baskı biçiminde somutlaştıklarını görüyoruz. Dışarıdan ve içeriden gelen bu kuralları birbirinden ayırt etmek kolaydır. Toplumsal çevre değiştiğinde değişen kurallar toplumsal, değişmeyen kurallar ise bireysel (ahlaksal) kurallardır. Ahlaksal kuralların yaşamı düzenleme yetersizlikleri her zaman şiddet oluşumuna yol açar. Toplumsal ahlaki kurallar yetersiz kaldığında yaşamı düzen altına almak için devletin hukuksal veya hukuk-dışı (diktatörlük, krallık, vs.) şiddeti devreye girer. Bireysel ahlak kuralları yetersiz kaldığında bireyin toplumla ilişkileri hep şiddet ilişkileri olarak gerçekleşir. Ahlak kuralları “bireyleşme” süreci içinde dinamik bir yapı kazanır. Birey kendini içinde yaşadığı toplumun kuralları ile çepçevre kuşatılmış bulur. Bu kurallara karşı özgürlük bir fikir, bir ideal biçiminde bireyin bilincine egemen olur. Toplumsal ahlak kurallarından kurtuluş çabasına öncülük eden özgürlük fikri, bu çabaların yoğunlaştığı noktalarda yok olmaya ve yerini bireyin kendi varoluşunun amacı olarak gördüğü bireysel ahlak kurallarına bırakır. Özgürlük devinimi toplumsaldan bireysele dönüşen ahla kın itici gücüdür. Özgürlük her zaman bir ahlak kuralı tarafından kuşatılır ve kendini özgürlük-dışı bir olgunun karşıtı, potansiyel bir güç olarak ifade etmek zorunda kalır. Özgürlük hiçbir zaman somutlaşamadığı için onu betimlemek veya tanımlamak olanaksızdır. Sartre “özgür olmaya mahkumuz” derken insanın her durumda çeşitli olabilirlikler arasında seçim yapma zorunluluğunda olduğunu vurgulamıştır. Sartre`da özgürlük bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Kişinin bu seçimi ahlaksal bir seçimdir çünkü bu seçim aslında kişinin belirlediği bir kurala göre yapılmaktadır. Özgürlük devinimi bireysel bir devinim olmayıp. bireye ahlakı dayatı bir devinim olmaktadır. Özgürlük, bireyin varoluşunun dayattığı dünyaya açılış deviniminin başlangıcı olmakta ve yaşamsal süreçte ahlaksal kuralları oluşturan bir tür geriye çekilişi zorunlu kılmaktadır. Özgürlüğe mahkum olduğumuz için ahlak bir zorunluluktur. Ahlak kurallarının incelenmesi iyilik-kötülük eksenine oturtulursa verimli olmayacaktır. Çünkü bu kavramların birbirinin içine girme kolaylığı ve olayların çoğunluğunda, birbirinden ayırt edilme zorluğu sonu gelmez tartışmalara neden olmaktadır. Platon`dan gelen felsefi geleneğin de ideal iyilik ve kötülük fikirlerini veri olarak alması ve eylemlerin bu ideallere göre değerlendirmeye tabii tutulması, kavramların içeriğinin belirginsizliği nedeniyle duygusal tepkilere bağımlı ahlaksal değerlendirmelere neden olmaktadır. P3laton`un duygusal tepki dışında iyilik ve kötülük ide ası olduğunu ileri sürmesine rağmen bu kavramların yine de duygusal tepkiye göre belirlendiği ortadadır. Ahlak kuralları Kant tarafından geleneksel, Max Scheler tarafından ise duygusal tepkilere dayandırılmakta, bir taraftan soğuk, yansız akılcı bir biçim alırken, diğer taraftan ateşli, tutkulu bir devinim kazanmaktadır. Burada garip bir çelişki vardır. Can sıkıcı kurallar birdenbire yaşamsal coşkuya neden olmaktadır. Bu coşku şiddetle karşılaştığında şiddete kolaylıkla dönüşmektedir. İyi ile kötünün savaşımının kaynağı buradadır. Şiddetin ahlaki yoktur. Şiddet sadece bir tekniktir. Ahlakın başladığı yerde şiddet geri çekilir veya yok olur. Ahlakın şiddete tamamen egemen olduğu durumlar yalnızlık, depresyon durumlarıdır. Birey toplum içine girişi ile birlikte şiddet olgusuyla karşı karşıya gelir. Bu şiddet bireyin özgürlüğünün kabul edilmeyişi biçiminde gerçekleşir. Birey şaşkındır, çaresizdir. Depresyon ve yalnızlık içindeki birey her şeyle birdenbire karşı karşıya gelmiştir. Özgürlüğünün onu yok etmeye yöneldiğini görür intihar eşiğindedir artık. Ahlak bir yaşama olanağı olarak intiharın karşısında durur. İnsanın toplumuyla ilişkilerinde her zaman ahlak vardır. Özgürlük çılgınlıktır, ölümdür. Şiddet özgürlüğü yok eden bir özgürlük eylemidir. Ahlak özgürlüğü yok eden bir düzenleyicidir. Özgürlük yaşamda sakınılması gereken bir oluşumdur. Varoluş yaşama yansırken özgürlüğünü yitirir. Özgürlüğün devindirici bir fikir olarak varlığını sürdürmesinin nedeni, varoluş deviniminin yaşamı sürekli sorunlaştırmasındandır. Özgürlük yaşamda hiç gerçekleşmeden, bir fikir olarak sürecektir. Özgürlüğü ele geçirmek için yaşamı yok etmek, daha doğrusu ölmek gerekir. Ahlak kurallarını onlara geri dönmek üzere aşarız. Bu aşma noktasında özgürlük bir an için bize gülümser. 0 bir anı sonsuzlaştırın, çünkü ikinci an ahlakın geri geldiği andır. İçgüdüler belki de ahlakın en büyük düşmanlarıdırlar. Tüm içgüdüler tatmin olmak isterler ve bu gerçekleşmediğinde şiddete başvururlar. Bu şiddet ya kaba şiddettir, ya da ahlaksal gösterilerle birlikte yol alan örtük bir şiddettir. Ahlaksal bilinç bu savaşım sürecinde oluşur. İnsan ahlak kuralları ve içgüdüleri arasında bir kaosa sürüklenir. Kendini anlatmakta büyük olanaksızlıkların içine düşer. Ahlak-şiddet ilişkisi temel olarak erotizmde, ekonomik savaşta, ben ile öteki arasındaki ilişkilerde yoğunlaşır ve varoluş açısından yaşamın işlevi hakkında önemli bilgiler sunar. Ahlak bir yaşama bilgisidir ve onsuz yaşam olanaksızdır. Devlet ahlakın yaşamı düzenlemekte güçsüz kaldığı yerde ortaya çıkar. Bu sebepten ahlak ve hukuk birbirinden farklı hale gelir. Hukuka başvurulduğu andan itibaren devletin şiddet mekanizması devreye girer. Hukuk soyuttur, yaşamın dinamizminin dışındadır, yasalardaki sözcüklerin hepsi birer şiddet aletidirler. Hukukun şiddeti ahlaksız şiddeti alt etmeye çalışır. Hukuk ne ahlaklıdır, ne de ahlaksızdır. Hukuk ne pahasına olursa olsun halihazır düzeni sürdürmeyi hedefler. Yaşama alanını üçe ayırmak mümkündür. Ahlak alanı + Hukuk alanı + Şiddet alanı. Özgürlük hukuk alanının içinde ekonomik, politik sosyal olarak düzenlenmiş bir özgürlüktür. Felsefi özgürlük dışsal yaşama alanında yoktur ve yalnızca içsel varoluşsal bir özgürlük biçimi ile somutlaşır. En güçlü toplumlar ahlak alanları en geniş toplumlardır. Hukuk alanının genişliği o toplumun şiddetin eşiğinde olduğunu gösterir. Şiddetin panzehiri hukuk değil ahlaktır. Ahlak kuralları izlenerek uyuşmazlığı çözmek, toplumda daha kolay kabul görür. Hukuk kuralları izlenerek verilen kararlar her zaman hoşnutsuzluk yaratır. Modern toplumlarda ahlak alanı azalmakta, hukuk alanı genişlemektedir ve herkes her zaman haksızlığa uğradığı duygusu ile yaşamaktadır. Bu da modern toplumları potansiyel bir şiddet ortamı içine sürüklemektedir. Hukuk soyut ve anlaşılması biçimiyle insanların şiddete eğilimini arttırmaktadır. Herkes yaşamını sürdürmek için kendine geçerli ve anlamlı bir yol izlemek zorundadır. Ölüme kadar süren bu yolculukta bize iki olgu dost olabilirler: Sağlam bir sevgi ve sağlam bir ahlak. Sevgi ve ahlakın özgürlükle garip ilişkileri vardır. Özgürlük belirli yoğunluğa ve düzeye ulaşmadığı zaman sevgiyi ve ahlakı yok eder. Yüksek düzeydeki özgürlük sevgiyi ve ahlakı besler. Hemen ahlak için hayati bir ayırımı ortaya koymam gerekiyor. Birincisi geleneklere dayanan, kökenin şiddeti ve ölümü önlemeye dayanan toplumun üyelerini sahte ve ikiyüzlü kurallarla bir arada tutan toplumsal ahlak. Daha doğrusu radikal bir ifadeyle “yalancı” ahlak. İkincisi içimizde sürekli büyüyen bir ses olan, kendimizi aşmamızı sağlayan ve bizi sıradan, günlük çıkar hesaplarının üstüne çıkaran, şiddetle uzaktan yakından bir ilişkisi olmayan bireysel ahlak, daha doğrusu “gerçek” ahlak. Bu iki ahlak bazen bilinçli, bazen bilinçsiz olarak birbirine karıştırılmakta, yalancı ahlakın ahlaksızlıkları gerçek ahlaka mal edilmektedir. Gerçek bireysel ahlak, geleneksel ahlakın pençelerine yakalanmış kişilerce bencillik olarak görülür ve ahlaksızlık damgası yer. Bazı bencil kişilerin de bireysel ahlakın içine gizlenmeye çalıştıkları görülmektedir. Ama bu, dikkatli gözlemlerden ve kalbinin sesini dinleyenlerden kaçmayan bir olgudur. Gerçek ahlak bireyi ince bir noktaya tırmandıran bir ahlak olarak, öncelikle verici bir ahlaktır. Ama bu vericilik zorunlulukla değil sevgiyle oluşmaktadır. (10)
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|