|
İslâm ülkelerindeki ilmî hayatın gelişmesinde XI. asrın müstesna bir yeri vardır. Zira bu asırdan itibâren sistemli bir eğitim ve öğretim mahalli olarak medreseler, halkın kültürel ve dinî anlayış bakımından yetişip gelişmesinde faal bir rol oynamaya başladılar. Osmanlılar döneminde ise medreseler, hem program, hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakımdan, Osmanlı şehirlerinin fizikî gelişmesinde de medreselerin önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Osmanlılar, medrese eğitimi ve dolayısıyla ilim ve bu sahanın adamlarına değer verdiklerinden, bunların tahsil ve eğitim konusunda karşılaşabilecekleri her türlü sıkıntıyı ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Bu devlette ilim ve mensuplarına itibar edilip saygı gösterildiği için Iran, Turan, Horasan, Dağıstan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Mısır ve Karaman gibi birçok İslâm ülkesinden bilginler İstanbul`a akın etmişti. Bu akın sebebiyle devletin merkezi olan İstanbul, yavaş yavaş İslâm dünyasının ilim merkezi haline gelir. Osmanlılar, medreselerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerini vakıflar vasıtasıyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul`u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunların giderlerini sağlamak için vakıf kurmasından sonra, devlet merkezi olduğu gibi ilim merkezi haline de gelen İstanbul`da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamları, bazı saray mensupları ve maddî durumu iyi olan halk tarafından pek çok medrese inşa olunmuştu. Yalnız Mimar Sinan’ın baş mimarlığı sırasında İstanbul`da inşa edilen medreselerin sayısı, 6`si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55`i bulmaktadır. XVII. asrin son çeyreği başında ise İstanbul`daki medrese sayısının 126`ya ulaştığı görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar İstanbul`da inşa edilen medrese sayısı 500`ü aşmaktadır. Ancak bunların büyük bir kısmı yangın ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yıkılıp yok olmuş veya terk edilmiştir. Orta ve yüksek öğretimi gerçekleştiren Osmanlı medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafından 731 (1330) tarihinde İznik’te açılmıştı. Orhan Gazi, bu medrese için vakıflar kurmuştu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakıf köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gaziden çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Şubat 1724) tarihli bir "arz" (arşiv belgesi), İznik’e bağlı Kozluca Köyünün, adi geçen medreseye vakfedildiğini göstermektedir. İlk dönem Osmanlı ilim hayati hakkında bilgi veren D`Ohsson`a göre Osmanlı Devleti`ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde başlamıştı. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Söğüt’te yeni imparatorluğun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karşı da gayet müteşebbis idi. İlmî yönden ilerlemeyi ve en azından eski medreseleri oldukları gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdı ve oğlu Orhan Gazi, İznik’te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanlı medreselerinin en yükseği olarak bakılacak olan bir medrese yaptırdı. Yeni kurulmuş (731/1330) ve kendi ismi ile adlandırılmış olan bu medresenin idaresi, İslâm âlemindeki diğer bütün medreseler gibi müderris titri altında Şeyh Davud-i Kayserî`ye verildi." İznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyılda da korumuş ve bu yüzden şehre "âlimler yuvası" unvanı verilmişti. İznik Medresesinin yetiştirdiği ünlü âlimlerden biri de Osmanlıların ilk Şeyhülislâmı Molla Fenarî`dir. Osmanlıların, ilk bir buçuk asır içinde yaptırmış oldukları medreselerin derece ve sınıf itibariyle en mühimleri İznik, Bursa ve Edirne`de idi. Devletin kurulusu esnasında İznik Medresesi, beyliğin birinci sınıf medresesi idi. Bu medresede yapılan eğitim ve görülen öğretimin derecesi hakkında kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisliğine (Öğretim Üyeliği’ne) tayin edilmiş olan şahıslar, bunların hayatları ve eserleri, dolayısıyla ilmî kapasiteleri tetkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir eğitim ve öğretim kurumu olduğu düşünülebilir. Gerçekten Kahire`de ihtisasını yapıp memleketine dönen ve orada birçok talebe yetiştiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)`nin şöhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri`den getirterek İznik’te yaptırdığı medreseye müderris olarak tayin eder. İznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî`nin üvey oğlu Sadreddin Konevî`nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî`nin "Fusûsu`l-Hikem" adlı eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)`nin halifesi olup yüksek tahsilini Mısır’da yapmıştı. Davut’un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasında sayılıyorlardı. Bu nokta göz önünde tutulursa İznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli eğitim ve öğretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir. Bursa’nın fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayı İznik ikinci dereceye inerek Bursa`daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alır. Orhan Gaziden sonra oğlu Muradı (Muradı Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge`de eski Kaplıca civarında bir câmi, medrese ve imâret yaptırarak, bu konuda babasından aşağı olmadığını göstermişti. Yıldırım Bayezid, Hisar dışında bir câmi ve medrese yaptırmakla Bursa’nın bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve şehrin hisar dışına taşması ile genişlemesini sağladı. Çelebi Sultan Mehmet’in Bursa`da kurduğu medrese, diğerlerine nazaran ayrı bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmet Sah Efendi (öl. 839/1435)`dir. Molla Şemseddin Fenarî`nin oğlu olan bu zatin ilk dersinde öğrencilerden başka Bursa’nın belli başlı âlimleri de hazır bulunmuş, yeni müderris Mehmet Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermişti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî şekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmiştir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra İznik medresesi, ikinci dereceye düşmüştü. Buna karşılık bir ilim merkezi olarak Bursa ilk sıraya yükselmişti. Bu durum, Sultan II. Muradın Edirne`de Üç Şerefeli Câmii yanındaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Muradı zamanında 841 (1437) yılında başlanarak bazı ârızalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Şerefeli Câmii yanındaki medrese ile Dâru`l-Hadis, o tarihte Osmanlı ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldı. Böylece, Bursa`daki Sultaniye Medresesi, gerek eğitim ve öğretim, gerekse tahsisatı bakımından ikinci dereceye düştü. Üç Şerefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese öğretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce İznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa`daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi. Görüldüğü gibi Bursa’nın fethinden hemen sonra orada da çeşitli medreseler kuruldu. Şuurlu ve ne yaptığını bilen bir politika sonucu sınırları yavaş yavaş genişleyen Osmanlı Devleti`nde, pek çok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farklı sahalara hizmet veren kurumları açmakta adeta birbirleri ile yarışıyorlardı. Örnek olması bakımından sadece İstanbul`un 1453 yılındaki fethinden sonra Fatih`in yaptıklarını vermek istiyoruz. Buna göre otuz yıllık hükümdarlığı döneminde basta İstanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çeşitli şehirlerinde 85`i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çeşitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptırdığı görülmektedir. bunların çoğunun zamanla yıkıldığına da işaret etmek gerekir.* 764 (1363) tarihinde Edirne`nin fethinden sonra, Rumeli`deki fetihlerin daha sağlıklı ve başarılı olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne`nin devlet merkezi olması, burada da medreselerin hızla açılıp çoğalmasına sebep olur. Zira biraz önce de Görüldüğü gibi herkesten önce devletin başında bulunanlar, bulundukları yerlerde eğitim kurumu açmayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Böyle bir anlayıştan dolayıdır ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulunduğu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı merkez oluyordu. Nitekim İstanbul`un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meşhur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir. Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmişti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamıyorsak da Fatih`in tashihinden ve külliye müderrislerinin tetkikinden geçen meşhur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih`ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacağı açıkça belirtildiğine göre buralarda tip, fıkıh (İslâm hukuku), hey`et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarında birer yüksek ilim talebesi (danışmend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branşlarına göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adamı, maliye ve devlet memuru oluyorlardı. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu. Osmanlı medreselerindeki eğitim ve öğretim usulü, diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi bir metot takip etmiş olup, medreselerin sayıları arttıkça bunlar da derece ve sınıflarına göre bir düzene tabi tutulmuşlardı. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Muradı, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmet tarafından medreselerin bir sınıflandırılmaya tabi tutulduğu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapılması, Osmanlı ülkesindeki medrese teşkilâtı için bir yenilik sayılmaktadır. Onun için kısa ve özet bir şekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz. Fatih`in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandırılan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul`u feth ettikten sonra, İmparator Jüstinyen`in esi Teodora tarafından yaptırılan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptırır. Daha sonra câminin doğu ve bati kısmına "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yaptı ki, bunlar yüksek tahsil içindi. bunların arkalarında da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine öğrenci yetiştiren sekiz medrese daha yaptırır. Vakfiyedeki bilgi ve Âli`nin kaydına göre burası İstanbul`un ortasına denk geldiği için buraya sahn denmiştir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programını Vezir Mahmut Paşa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu tertip etmişlerdir. Dördü câmiin doğu kısmında, dördü de bati tarafında bulunan bu medreselerden her birinin on dokuz odası vardı. Sekiz müderristen her birinin birer odası ve elli akça yevmiyesi vardı. Ayrıca, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin on beş odasına ikişer akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danışmend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapıcılarla ferras denilen temizlik işçilerine tahsis olundu. Sahn medreselerinin arka taraflarında yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danışmend yetiştirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn` ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha inşa edilmişti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi. Sahn medresesi talebelerine danışmend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç öğrenci konmuştu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarına sarf edilmek ve mum parası olmak üzere 5`er akça tahsis edildiği gibi yemekleri de imâretten veriliyordu. Bilindiği gibi eğitim ve öğretim, hiç bir devletin vazgeçemeyeceği bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandaşını, kendi şartları, ihtiyaçları ve ileriye dönük hedeflerini göz önünde bulundurarak yetiştirmeye çalışır. Osmanlı Devleti de vatandaşını kendi durum ve şartlarına uygun bir şekilde yetiştirmeye gayret etmiştir. Bu gayenin tahakkuku için de eğitim ve öğretim müesseseleri kurmuştur. Devletin kurulusu ile başlayıp, yıkılışına kadar çeşitlenerek gelişen bu müesseseler, devlet ve çoğunlukla vakıflar vasıtasıyla kuruluyorlardı. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayırabileceğimiz gibi, örgün ve yaygın eğitim müesseseleri diye de ayırmak mümkündür.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|