Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: SOSYAL BİLİMLER
    Konu: Laiklik Kavramı


Din kurumunun siyasal ve kamusal etki ya da egemenliğinin sınırlanması çabalarından doğan, batı kaynaklı olmasına karşın günümüz demokratik sistemlerinin hemen hemen tümü tarafından hukuken ya da fiilen benimsenen laiklik ilkesi genel olarak dini ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır. Fransızca’dan dilimize geçmiş olan “laik” sözcüğü “din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince laicus sözcüğünden gelmektedir.

Dünya Tarihinde Laiklik
Laiklik ilkesi, dinin; insanın günlük yaşantısı ve toplumsal düzen ile devlet yönetimi üzerine baskı kurması, özellikle İseviliğin Avrupa’da ortaçağ sonlarına kadar söz sahibi olması ve din adamlarının krallara hükmetmeye başlaması sonucu halkın gösterdiği tepkinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etmenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyılda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın bir çok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yanı sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlüğüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devriminden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi.

İslam Dinine Göre Laiklik
Günümüz Türkiye’sinin bir bölümü, İslam dininin laiklikle hiç bağdaşmayacağı yolunda özellikle dinsel yönetim yanlılarınca; ama sık sık dinsel baskıcılığa karşı olduklarını söyleyenlerce savunulan düşüncenin yanlışlığını kavrayamamakta ve laiklik karşıtı görüş ve faaliyetleri sürdürmektedir.
Her şeyden önce İslam dini, Papazlık vb gibi hiçbir din adamlığı makamı tanımamaktadır; yani hiçbir Müslüman’a hiçbir konuda Tanrı’ nın muradını ne olduğunu öğrenmek üzere herhangi bir kişi ya da makama başvurmakla yükümlü kılmamaktadır. Tek kaynak olan Kuran’ı her insanın anlayabileceğini, artık insanlığın o olgunluğa kavuşmuş bulunduğunu kabul etmektedir. Bundan dolayı İslam dini her insanın düşünür olmaya yeterli ve bununla yükümlü bulunduğunu kabul etmektedir. Buna ek olarak hiçbir Müslüman’a, kiliseye gitmede olduğu gibi camiye gidip tapınmasını orada yapmak zorunluluğu getirmemektedir. Bütün bu ilkeler bireyle vicdanı arasına kimsenin girmemesi ve kimi açıkgözlerin kendilerinde Tanrı’ nın muradını bilme ayrıcalığı ve tekeli bulunduğunu öne sürmek küstahlığında bulunmamaları içindir. İşte İslam dininin bu son derece özgürleştirici temel ilkeleri laik bir toplum ve devlet düzeni gerçekleştirmeye çok elverişli bir ortam sağlamaktadır. Her bireyi, Tanrı’ nın muradının ne olabileceği konusunda düşünmeye hem yeterli sayan hem de bununla yükümlü kılan bir din, ortak yaşamın özgür tartışmayla değişmeye açık yasalarla düzenlenmesi gereğini başka dinlerden kuşkusuz daha kolaylıkla kabul eder. Bu öyle bir çelişkidir ki; insan ile Tanrısı arasına papaz sınıfı gibi bir aracı koyan, böylece Hıristiyan’ım diyenlerin hayatlarına karışma hakkı tanıyan, onları kiliseye sürekli gitmeleri şartı koyan Hıristiyanlık, laikliği büyük ölçüde benimseyebiliyor ve laik toplumla bağdaşabiliyor, kendisini bu denli yenileyebiliyor da, bunların tümünden arınmış olan İslam dininin demokrasiyle ve aynı değeri taşıyan laiklikle bağdaşamayacağı propagandası içerde ve dışarıda olanca gücüyle yapılabiliyor. Bu durum, İslam dininin hala sömürücülerce bir çıkar aracı olarak kullanılabilmesinden kaynaklanmaktadır.

Halifeliğin Kaldırılması ve Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik
Saltanatın kaldırılması demokratik devletin yani ulusal egemenliğe dayalı devlet yönetiminin gerçekleşmesi için gerekliydi; ancak yeterli değildi. Ulusal egemenlik yönetimine yönelik saldırıların bir bölümünün de dinsel baskıcılık olduğu, yani halkın kendi yaşamını kendisi belirlemesi demek olan özgürlük düzeninin din kılıfı altında engellenmesi olduğu bilinmektedir. Demokrasinin dinsel baskıcılıkla engellenmesini önlemenin yolu: laik devlet ve toplum düzeni gerçekleştirmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da, cumhuriyetin laik niteliği engellenmeye çalışılarak demokrasinin ulusal egemenlik düzeninin yolu kesilmek istenmiştir.
Mecliste de bu yolda faaliyet içinde bulunan bir grup oluşmuş ve bu gruba önderlik edenlerden biriside Rauf Bey olmuştur. Bunun sebebi: Rauf Bey’ in o dönemin koşulları ve geleneksel düşünce yapısı doğrultusunda vatan topraklarının ve toplumsal zenginliklerin halkın değil, padişah-halife denen kişinin özel mülkü sayılması anlayışından sıyrılamamış olmasıydı.
Yine bu grup cumhuriyetin ilanın sağlayan anayasa değişikliği sırasında, “Devletin dini ne olacak?” tartışmasını başlatarak sadece % 10’u okur-yazar olan bu halkı demokratik sisteme karşı kışkırtmış ve çeşitli isyanlar çıkartılmasına sebep olmuştur.
Mustafa Kemal de bu sert tepkilerden çekindiği için, “Devletin dini İslam’dır.” İbaresini resmileştirmiş ve 9 nisan 1928 günü TBMM’nin anayasaya getirdiği değişiklikle bu kaydı kaldırmıştır ve ayrıca cumhurbaşkanı ve milletvekili andından “vallahi” sözü çıkartılmış ve “namusum üzerine söz veririm” sözleri konulmuştur. 1937’de yapılan bir değişiklikle de “laiklik” ilkesi de diğer Atatürk ilkeleri gibi anayasaya dahil olmuştur.
Cumhuriyetin ilanına karşı olan gruplar, cumhuriyetin ilanından sonrada etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Basın aracılığıyla, çeşitli yalan dolan dolu demeçler vererek halifeliğin çok değerli bir hazine olduğunu belirtmeye çalışmışlardır. Bu gruplar neye mal olursa olsun halifeliği sürdürmek için mücadelesini devam ettirirken, “Halifelik elden giderse 5-10 milyonluk Türkiye devletinin İslam dünyası içinde bir saygınlığı kalmayacağı” düşüncesini yaymaya çabalıyorlardır.
Mustafa Kemal’in halifeliğin kaldırılması gerektiğine karar vermesindeki en büyük etken, kendisi İzmir’deyken halife Abdülmecit Efendi’nin, anti-demokratik düşünce yapısını yayma eğilimindeki, hükümet ve basın aleyhtarı açıklamalar yapmasıdır. Bunu haber almasıyla derhal Ankara’ya giden ve çalışmalara başlayan Mustafa Kemal, 3 mart 1924’te hepsi bir bütün olan 5 yasanın yürürlüğe girmesi için önerge verdi ve kabul edildi. Bu yasalar;
Şer’iye ve Vakıflar Bakanlığı’nın kaldırılması
Genel Kurmay Bakanlığının kaldırılması
Öğretimin Birleştirilmesi
Halifeliğin kaldırılması
Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırlarının dışına çıkarılması
Yasalarıydı.
Onca önemli ve değerli olduğu savunulan halifelik kurumunun kaldırılmasından sonra hiçbir İslam devleti ya da halkı bu kuruma istekli çıkmamıştır.
Son Osmanlı halifesi de İsviçre’ye gitmiş ve burada yaşamaya başlamıştır.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |