|
Organizmanın mikroplar veya virüsler tarafından istilası sonucu ortaya çıkan enfeksiyon hali olup bir kişiden diğerine bulaşabilir ve salgınlara yol açar. Bu hastalıklar çocuklarda sık görülmekle birlikte büyüklere de ulaşabilir. Doğrudan doğruya bir insandan diğerine geçebilir. Bu tehlikeyi atlatmak için en iyisi tecrittir. Hastalık dolaylı olarak dirençli bir mikropla, su veya mikrop bulaşmış diğer maddelerle de başkasına geçebilir. Bu durumda dezenfeksiyon en etkili yöntemdir. Enfeksiyon birine bulaştıktan sonra kuluçka dönemi başlar. Hastalığın türüne göre bu dönemin süresi değişir, sonra ortaya çıkar. Belirtileri de; ateş yükselmesi, baş ağrıları, ihtiyaç hali, nezle, öksürük, boğaz ağrıları, gözlerde akıntı, deride döküntü ve gözlerde şişmedir. Bu tür hastalıklar aşıyla önlenebilir. Ancak uyarılara rağmen anne babalar çok kez aşılarını yaptırmayı ihmal ederler. Aşı tekrarları ilk aşı kadar önemlidir. Bu aşıların bazıları bebek dünyaya geldiğinde yapılması zorunlu kılınmıştır. Mikroplar Vücudumuza Şu Yollarla Girmektedir ; a) Sindirim Sistemi Yoluyla: Mikroplarla en çok karşılaşılan bölgedir. Mikroplar çoğu yiyecek ve içeceklerle alınmaktadır. Bundan dolayı savunma ağızda başlar. Ağızdaki salyanın mikropları öldürme etkisi vardır. Örneğin kolera mikrobu. b) Solunum Sistemi Yoluyla: Özellikle burun solunum organı olarak daha çok mikropla karşılaşmaktadır. Bunu engelleyen ise burun salgısı ve burun kıllarıdır. Örneğin verem mikrobu. c) Derideki Yara ve Çiziklerden: Deri, mikropların vücuda girmesini engelleyen en önemli faktördür. Deride eğer çok çizik, tahriş olursa mikroplar vücuda daha kolay girer. Bunu engellemek için de ilaçlarla yara çok iyi temizlenmelidir. Örneğin tetanoz mikrobu. d) Göz Aracılığıyla: Gözümüz aracılığıyla mikroplar vücudumuza girebilir. Bunun için göz yaşı bezleri var. BAĞIŞIKLIK İnsanlar çok eskiden beri bazı hastalıklara yakalanan kişilerin iyileştikten sonra bir daha o hastalığa yakalanmadığını bilirler. Enfeksiyon hastalıklarına karşı organizmada bir takım koruyucu cisimlerin yani antikorların meydan geldiği düşünülmüştür. Vücudumuzun tümüyle oluşturduğu bu direnci tanımlamak için de bağışıklık veya immünite deyimleri kullanılmıştır. Bu gözlemler deney hayvanlarında da yapılmış, daha sonra hastalıklara karşı aktif bağışıklık kazanmak için aşılar, pasif bağışıklık için de serumlar elde edilmiş ve başarıyla kullanılmıştır. Bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık iki türlü sağlanır: Hastalıklara karşı bağışıklık cisimlerini vücudun içinde oluşturmak, yani aktif bağışıklık sağlamak için aşı yapılır, ya da yine o hastalığa karşı hayvanlarda veya insanlarda meydana getirilmiş olan bağışıklık cisimleri insana aktarılır. Bu şekilde aşı veya serum enjekte ederek bağışıklık sağlamaya da pasif bağışıklık denir. Son yıllarda yapılan araştırmalar ve bağışıklık eksikliğine bağlı hastalıkların incelenmesi bu kavrama yeni boyutlar getirmiş ve bilgilerimizi derinleştirmiştir. Evvelce de bilindiği gibi timüs bezi, bağışıklıkla ilgili bir organımızdır. Doğum sırasında 15-20 gram olan timüs, ergenlikte 30-40 gramı bulur daha sonra yavaş yavaş küçülmeye başlar. Bağışıklıkla ilgili olaylarda başlıca rolü oynayan hücreler ise kandaki lenfosit adını verdiğimiz bir çeşit akyuvarlardır. Bu lenfositler kemik iliğindeki ana hücrelerden çıktıktan sonra farklılaşmakta, bir kısmı timüs yönetiminde hücresel bağışıklığı, bir kısmı ise hümoral bağışıklığı sağlamak üzere görev almaktadırlar. Vücudumuza ister deri yoluyla ister başka yoldan zararlı herhangi bir madde girdiği zaman vücut onu atmaya çalışır. Kan ve lenf yoluyla atılmayan maddelere karşı da antikor oluşturur. Bazı antikorlar gliko protein yapısında bağışıklık cisimleri olarak kanda dolaşırlar. Bunlara hümoral antikorlar denir. Bazı antikorlar ise dolaşımda tespit edilemez, ancak hücrelerin içinde bulunurlar. Bunlara da hücresel antikorlar adı verilir. Bu antikorlara karşı organizmanın değişik tepkilerine ise alerji denmektedir. Organizmaya giren veya organizmada oluşan antijenlere karşı meydana gelen antikorlar işte bu lenfositlerden ve onların da yavruları olan plazma hücrelerinden çıkmaktadır. Bağışıklık hücrelerinin yaptığı antikorlar gama globulin cinsi proteinlerdir bunlara “immun globulinler” denir. Şimdiye kadar 5 çeşit immun globulin bulunmuş ve bunlara (lg G), (lg A), (lg M), (lg D) ve (lg E) gibi isimler verilmiştir. Farklı immun globulinlerin görevleri de farklıdır. Örneğin mikroplara, virüslere, toksinlere karşı oluşan antikorlar (lg G) sınıfındadırlar. vücut salgılarında görev yapan antikorlar ise (lg A) sınıfındandır. Kan uyuşmazlığında rol oynayan ABO ve Rh sisteminin antikorları, romatoid faktör gibi antikorların çoğu (lg M) sınıfındandır. Bu globulinler kan serumunun elektroforez denilen bir yöntemle analizinde birbirinden ayrılıp teşhis edilmektedirler. Bağışıklık bozukluğuna bağlı olarak birçok hastalıklar oluşmaktadır. Örneğin anormal immun globulinlerin mevcudiyetinde Kahler Hastalığı denen kronik ve ölüme götüren bir hastalık meydana gelmektedir. Mikroplara karşı yönelen akyuvarların (nötrofil gronulositler ve monositler) onları yok etmek için verdikleri mücadele yani fagositoz olayı ile bağışıklık reaksiyonunda antikorların meydana gelişi biraz farklıdır. Prensip olarak fagositoz yapan hücreler her bakteriye doğrudan saldırırlar halbuki bağışıklık reaksiyonlarının “öğrenilmesi” gerekir ve yalnızca bu yeteneği kazanmış hücreler tarafından gerçekleştirilebilir. Bağışıklık reaksiyonu doğuran her madde bir antijendir. Bu anlamda bazı proteinler, şekerler, yabancı cisimler de antijen olarak rol oynayabilir ve bağışıklık reaksiyonlarıyla uzaklaştırılabilirler. Transplantasyon ameliyatlarında (organ nakillerinde) bedenin nakledilen organı kabul etmeyişi ve otoimmun denilen bazı hastalıkların meydana gelişi de bağışıklık sisteminin yanlış veya yetersiz cevap vermesinden kaynaklanmaktadır. Timus adı verilen organda lenfositler beden hücrelerini ve antijenleri öğrenirler. Lenf sisteminde B-lenfositleri, timüste ise T-lenfositleri vardır. Bir hastalık halinde antijenlerle karşılaşan lenfositler onlara karşı gerekli antikorları meydana getirirler. Bu antikorlar genellikle sonradan ortadan kalkarlar ancak bağışıklık kazanmış olan organizma onu iyice tanımış demektir. Bu antijenle (mikropla, virüsle) ikinci bir defa karşılaştığında onu yok etmek için gerekli antikorları yapmayı öğrenmiş olduğundan hastalığı çabuk yenebilecektir. BAĞIŞIKLIK BOZUKLUĞU HASTALIKLARI Otoimmün Hastalıklar Bağışıklık yani immünite, insanın yaşamını sürdürebilmesi, mikroorganizmalarla savaşabilmesi için zorunlu fizyolojik bir savunma olayıdır. Bağışıklık humoral ve hücresel olmak üzere iki türlüdür. Normal bağışıklığı sağlayan, bir antijenin bedene girmesinden sonra ona karşı oluşan antikorlar veya lenfositlerdir. Antikorlar organizmaya yabancı bir antijenin girmesinden sonra beliren ve antijenle birleşerek onu etkisiz kılan kan plazması globulinleridir. Organizmada normal olarak bulunan antijenlere yani otojen antijenlere karşı bir bağışıklığın işlemeye başladığı hastalıklara otoimmün hastalıklar (özbağışıklık hastalıkları) denmektedir. Normal şartlarda bağışıklıkla görevli hücreler kendi öz doku hücrelerini tanımayı öğrenmişlerdir. Düzenleyici bir sistem yardımıyla bağışıklık hücrelerinin bunlara saldırması önlenmektedir. Bu sistemin bozulması organizmanın kendi dokusuna ve hücrelerine karşı sanki onlar yabancı bir antijenmiş gibi aşırı duyarlılık göstermesi ve antikorlar yapması otoimmün hastalıklara yol açmaktadır. Özbağışıklık, denetlenmemiş beyaz dizi hücrelerinin gelişmesine bağlı olabilir. Ya da saldırgan bir mikrop, organizmanın bazı hücreleriyle ortak antijenler taşıyabilir ve vücudumuz mikroba karşı antikor üretirken istemeyerek kendi hücrelerine karşıda antikor üretmiş olur veya bir virüs enfeksiyonu organizmanın normal yapı maddelerini tanınmaz bir duruma getirmiş olabilir. Günümüzde birçok hastalık, öz bağışıklık yani otoimmün hastalıklar arasında sayılmaktadır. Kan hastalıkları arasında; yeni doğan çocuklarda görülen eritroblastosis fötalis (Rh uyuşmazlığı), Kahler Hastalığı, (multiple miyelom), Waldenström Hastalığı (Makroglobulinemi), Franklin Hastalığı (Ağır immünoglobulin G), Addison-Biermer anemisi, romatizmal hastalıklar arasında; akut eklem romatizması, sinir sistemi hastalıkları arasında; multiple skleroz, Guallin-Barre sendromu, Sindirim sistemi hastalıkları arasında;ülserli kolit, Crohn hastalığı, Çölyak hastalığı, deri hastalıkları arasında; cüzam, üçüncü devre deri frengisi, büyük kabarcıklı deri iltihapları, sistemik lupus eritematosus, böbrek hastalıkları arasında;kronik glomerulonefrit, iç salgı bezleri hastalıkları arasında; Besedow, troid iltihabı (Hashimoto hastalığı), Addison hastalığı, bağışıklık bozukluğu sonucu ortaya çıkan hastalıklar olarak kabul edilmektedir. Bundan başka bir de doğal bağışıklığın yetmezliği sonucu oluşan immünolojik eksiklik hastalıkları da vardır. Bu hastalıklarda organizmada gammaglobulin bulunmadığı için agammagloblunemiden söz edilir. Tedavi için hastalıklara gammaglobulin (Allerglobulin, Beriglobulin vb.) enjekte edilir. Öz bağışıklık hastalıklarında ve günümüzde yaygınlaşmış olan organ nakli ameliyatlarında (transplantasyon) vücudumuzun gösterdiği bu istenmeyen bağışıklığı ortadan kaldırmak ve hastalığı tedavi etmek için bağışıklık tepkisini önleyici ilaçlar (immüno-suppressive ajanlar) kullanılmaktadır. Bu ilaçların başında kortikosteroidler (kortizon), sitotoksin droglar(antimetabolitler, alkilleyici ajanlar, foik asit antagonistleri vb.) ve bazı serumlar (antilenfatik globulin = ALG, Rhensogam) kullanılmaktadır. Bağışıklık Tepkileri Tıbbi anlamda bağışıklık, vücudun virüsler, bakteriler ve bazı mikroorganizmaların ürettiği toksinler (zehirler) tarafından istilasına verilen yanıttır. Diğer bir deyişle, bağışıklık, vücudun bu tür istilacılara karşı uzun veya kısa dönemde savunma mekanizmaları yaratabilme yeteneğidir. Bağışıklık tepkilerinin sadece yabancı istilacılara karşı gösterildiği sanılır oysa bu tepkiler yabancı dokulara (organ nakillerinde olduğu gibi), kanser hücrelerine ve hatta vücudun kendi maddelerine (kendinden (oto) bağışıklık durumunda olduğu gibi) karşı da gösterilmektedir. Bağışıklık sisteminin iki farklı tepkisi vardır, bunlardan birisi hücresel diğeri ise salgısaldır. Hücresel tepki, T-lenfositi denen beyaz kan hücreleri tarafından gösterilir. Bu hücreler yabancı bir istilacıyla karşılaştıklarında etkin bir savaşçı durumunu alırlar. Savaşçılar belirli bir dokudaki veya bölgedeki istilacılara saldırırken gelip gelmelerini sağlayan ve lenfokines denen kimyasal bir madde kullanırlar, makrofaj denen daha saldırgan koruma hücreleri ise yenik düşen düşmanı yutar. Hücresel bağışıklık sisteminin diğer bir görevi de antikorları harekete geçirmektir. Bağışıklık iki yolla kazanılır: A) Doğal Bağışıklık: İnsanın doğduğu zaman kanında belli bir mikroba karşı antikor taşımasıdır. Örneğin zencilerin çoğu sarı hummaya yakalanmaz. B) Sonradan Kazanılan Bağışıklık: 1) Hastalık geçirmekle 2) Vücut kuvvetli iken alınan mikroplarla 3) Aşı ile 4) Serum ile HASTALIK GEÇİRME Mikropların vücuda girmesiyle hastalandığımızda vücuda antikor oluşmuştur. Bu antikor kanda bir süre kalır ve kaldığı sürece vücuda aynı mikrop girerse tekrar hasta olmayız. VÜCUT KUVVETLİ İKEN ALINAN MİKROPLAR Sağlıklı kişi farkına varmadan vücuduna giren mikroba karşı antikor (savunma) oluşturur. Daha sonra aynı mikroptan vücuda giren olursa bu antikorlarca etkisiz hale getirilir. SERUM Kandan elde edilen berrak sıvıya denir. Kanın al ve akyuvarlar ile trombositlerden arta kalan sıvı kısmı plazma adını alır. Eğer plazma açıkta bırakılırsa fibrinojen adı verilen proteinlerin varlığı nedeniyle bir kısmı pıhtılaşır. Bu pıhtılaşmadan sonra sıvı olarak kalan plazma bölümüne “serum“ adı verilir. Serum, glikoz, yağlar, hormonlar, mineraller ve proteinleri içeren, sarı renkli bir sıvıdır. Serumdaki proteinlerden gammaglobulin adı verilen bir grup, özellikle tedavi edici hekimlikte önemlidir. Gammaglobulinler akyuvarlarla birlikte vücudun savunma sistemini oluşturan bağışıklık cisimlerini içerirler. Bu cisimler, organizmaya antijen girince oluşurlar. Belirli antijenler deney hayvanlarına aşılanırsa, bunların kanlarında, bu antijenlere karşı özel bağışıklık cisimleri üretilir. Bu hayvanlardan elde edilen serumlar, daha sonra insanlara verilir ve böylece vücut kendi bağışıklık cisimlerini üretene kadar hastalığın kontrolü sağlanır. Böylece serumlar kimi zaman vücutta, serum hastalığı olarak bilinen alerjik bir reaksiyona yol açarlar. Başlıca belirtileri yüksek ateş ve deride kızartı oluşumudur. Alerjik reaksiyon gösteren bir kişiye ikinci kez aynı serumdan verilirse anafilaktik serum şoku denen ve zaman geçirmeden tedavisi gereken ağır bir durum ortaya çıkar. Hastayı Serumla Beslemek (Parentel Beslenme ); İlaçların ağız ya da bağırsak yolundan başka bir yoldan vücuda verilmesine parenteral yol veya enjeksyon denir. Ağızdan beslenemeyen kimselere gıdaların enjeksiyonla verilmesine de parenteral beslenme denir. Hastanelerde ameliyat olan hastalara ilk günlerde verilen serumların amacı, onları susuz ve gıdasız bırakmamaktır. Serumlarda bulunan şeker (glikoz) ve çeşitli tuzlar, ağızdan yeteri kadar beslenemeyen hastaların enerji ve elektrolit ihtiyacını karşılamaktadır. Bazı yatalak ve ağız yoluyla beslenemeyen, nazo-gastrik tüp uygulanamayan kimseleri uzun süre beslemek gerektiğinde hastalara protein, yağ, ve vitaminler de vermek gerekir. Yani total parenteral beslenme uygulamak için protein hidrolizatları (Amigen) ve yağ emilsiyonları (Nutrifundin) kullanılmaktadır. Serum Hastalığı; Tedavi amacıyla herhangi bir hayvandan alınan serumun bir insana verildikten 6-20 gün sonra vücudun reaksiyon göstermesi sonucu ortaya çıkan hastalığa “Serum Hastalığı “denir. Vücut, verilen serumu yabancı bulur ve bir antijen gibi kabul eder ve bağışıklık sistemi harekete geçerek bu antijeni temizlemek ister. Hastalığın başlangıcında deride kızamığı andıran anormal kızartılar veya kurdeşen (ürtiker) denen sivilceler görülür. Kaşıntı, ateş yükselmeleri, eklemlerde şiş ve ağrı oluşabilir. Çarpıntı, fenalık hissi ile birlikte lenf bezlerinin çoğunda ağrılı büyümeler meydana gelir. Hastalık, antihistaminik denen ilaçlarla 1-2 haftada iyileşir. Ağır geçen vakalarda kortizonlu ilaçlar (Prednisolon) uygulanır. AŞI Aşı; organizmada belli bazı hastalıklara karşı bağışıklık sağlamak için kana verilen, o hastalığın mikrobuyla hazırlanmış eriyik ve bu eriyiğin uygulanmasına denir. Hastalık yapan mikrop veya virüslerin öldürülmüş veya çeşitli usullerle zayıflatılmış ve etkisiz hale getirilmiş şekillerinin insan veya hayvanlara enjekte edilmesine “aşılama (vaccination )” denir. Bu mikroplar hastalıklı bir insanın kanından veya akıntılarından alınarak yapılırsa buna “otojen aşı”, eğer başka hayvanlardan elde edilirse “heterojen aşı” adı verilir. Aşılamada vücudun bağışıklık sistemi uyarılır. Vücuda giren yabancı maddeler yani antijenler belirli hücre ve bezlere ulaştıklarında antikor adlı globulin proteinlerinin üretilmesine yol açarlar. Bu antikorlar spesifik antijenleri, reaksiyona girerek, pasif hale getirirler. Virüs benzeri bir yabancı organizmanın hücum ettiği bir vücut hastalanır. Bu ilk saldırıyı atlatan vücut virüse karşı antikorlar üretir, saldırganı yok eder ve bir süre ya da sürekli olarak söz konusu organizmaya karşı bağışıklık kazanır. Aşılamanın esası, antikor üretimine yol açmakla birlikte, hastalık riski doğurmayan ölü, zayıflatılmış ya da değişmiş bir organizmanın vücuda enjekte edilmesinden ibarettir. Günümüzde aşı, çocuk sağlığının ayrılmaz bir parçasıdır. Bebeklere difteri, boğmaca ve tetanoz aşısı yapılır. Çocuklara enfeksiyon ya da ağız yoluyla şeker üzerinde çocuk felci aşısı yapılır. Çoğu ülkelerde kızamık vb. çocuk hastalıklarına karşı aşı uygulaması yapılır. Etkin aşılama programları dünyanın birçok ülkesinde çiçek gibi tehlikeli hastalıkları ortadan kaldırmıştır. Mikrobu öldürülerek elde edilmiş bakteriyel aşılar arasında boğmaca, veba, kolera, tifo, tifüs, bel soğukluğu gibi hastalıklardan korunmak için salgın dönemlerinde uygulanmakta olan ve bu hastalıkların isimlerini taşıyan aşıları sayabiliriz. Canlı fakat hastalık yapma yetenekleri yok edilmiş mikroplarla yapılmış aşılara örnek olarak verem aşısını verebiliriz.Aşıyı bulanların isimlerinin baş harflerinden kısaltılarak Basil, Calmette-guerin (BCG) Aşısı olarak bilinir.Virüsleri inaktive edilerek hazırlanan aşılar arasında çocuk felci (Salk aşısı), kuduz, grip (influenza aşısı) gibi hastalıklara karşı yapılan aşılar vardır. Canlı virüslerle hazırlanmış aşılar çiçek, çocuk felci (Sabin aşısı), kızamık, kızamıkçık, kabakulak, sarıhumma ve kuduz aşılarıdır. Aşılar ayrı ayrı yapıldığı gibi birbiriyle karıştırılarak da yapılabilir. Buna “karma aşı” denir. Karma aşılar birçok fayda sağlar. Zaman, emek bakımından verdiği kazanç yanında en önemli nokta, karma aşıların vücutta daha kuvvetli bağışıklık meydana getirmesidir. Bu bağışıklık, teker teker yapılan aşılardan daha etkilidir. Tifo-tetanoz karma aşısı; tifo-difteri karma aşısı; difteri-boğmaca-tetanoz karma aşısı bu aşı türüne verebileceğimiz aşı örnekleridir. ATEŞ VE ATEŞİN MİKROPLA ARASINDAKİ İLİŞKİ 1870 yılına kadar ateşin uygun bir tanımı yapılamamıştı. Ancak icat edilen termometre, 18. yy ortalarında vücudun iç sıcaklığını ölçebilecek duruma geldi. 19.yy Alman fizikçi Carl von Liebermeister tarafından geliştirilen teoriye göre ateş, organizmanın vücut sıcaklığını ayar yetersizliği olmayıp normalden biraz daha yüksek seviyede ayarlanmasıdır. Bu açıklama günümüzde de geçerli sayılmaktadır. Vücuttaki kimyasal ve elektrik olayların ortaya çıktığı sıcaklığa normal seviye denir ve bu, insanlarda yaklaşık 37 santigrat derecedir. Bu seviye beynin hipotalamus adlı parçasınca kontrol edilir. Bu değerden aşağı olan vücut sıcaklığının normale gelmesi için insan titrer ve ısı üretir ya da ısı kaybını önlemek amacıyla daha fazla giyinir. Örneğin tenis oynadıktan sonra vücut ısınır, normalin üstüne çıkar. Bu durumda terleme ve nemin buharlaşması suretiyle vücut sıcaklığı azalır. Ancak normal seviyeye yükselmişse, terlemeye rağmen vücut sıcaklığında azalma görülmez. Yani ateş yüksektir. Bu durum, bilim adamlarınca henüz tamamen anlaşılmayan bir olaylar dizisinin sonucudur. Vücut ısısı, mikroplu hastalıklar sırasında, zehirlenmelerde, vücuttaki daha başka bozukluklarda yükselir.Hastada ateş yükselirken ürperme, bazen de şiddetli titremeler olur. Ateş yükselmesi ile birlikte ayrıca kırıklık, halsizlik, bulantı, kusma, baş, bel ağrıları gibi belirtiler de görülür. Ateşi ölçmek için derece (termometre) kullanılır. Tıbbi termometre 35’ten 42’ye kadar olan santigrat derecelerini gösterir. Hastanın ateşini ölçmek için termometre, genel olarak koltuk altına konur, ağza, kasığa, makata da konulabilir. Termometreyi koymadan önce iyice silkmeli, dereceyi 35’e kadar düşürmelidir. Koltuk altı terliyse silinmelidir. Koltuk altına iyice yerleştirilmiş bir termometrenin 5 dakika durması, ateşin doğru olarak ölçülmesi için yeterlidir. Ağızdan ve anüsten alınan ateşin koltuk altındakinden 3-4 dizyem (derecenin onda biri) yüksek olacağı unutulmamalıdır. Hastanın genel olarak biri sabahleyin, biri akşam üstü olmak üzere günde iki kere ateşi alınır. Ateş, derecesine göre şöyle adlandırılır: 36-37 normal ateş, 37-38 hafif ateş, 38-39 ateş, 39-41 yüksek ateş, 41 ‘den yukarı ağır ateş, 36 ‘dan aşağı düşük ateş, 35.5 ‘a doğru indikçe soğuma. Çocuklarda ateş, büyüklerden daha yüksek olur. Hastaların ateşi günün saatine göre de değişir. Sabahleyin en düşük, gece en yüksek noktasına varır. Uzun süren devamlı ateşler şu hastalıklarda görülür: Tifo, paratifo, akciğer veremi, zatülcenp, peritonit, perikardit, romatizma, endokardit, kanser, kan hastalıklarıdır. Ateşli hastalıklarda yapılacak ilk iş, ateşi düşürerek hastayı rahat ettirmektir. Ateşli bir hastalıkta şu tedbirler alınmalıdır: Ateş kalbin, akciğerin yükünü arttırır. Bu yükü hafifletmek için en iyi çare, yatakta istirahattır. Ateşli hasta terle bol su kaybeder. Vücudun su dengesini korumak için sindirimi kolay bol sulu yiyecekler verilmelidir: Süt, limonata, meyve suları, çorba, hoşaf, komposto vb. Ateş nedeni ile kuruyan dudaklarda, mukozalarda çatlaklar olabileceğinden, iltihaplanmaları önlemek için ağız ve boğaz temizliğine dikkat edilmeli, antiseptik sularla ağız çalkalanmalıdır. Başa ve vücudun çeşitli yerlerine soğuk kompres ateşli bir hastayı oldukça rahatlatır. Bu arada kolonya, alkol ya da sirke ile ıslatılmış soğuk bezleri hastanın anlına, başına, kollarına, ayaklarına koymak,bunları sık sık değiştirmek, bu sularla vücudu ovmak faydalı sonuçlar verir. Çok yüksek ateşlerde, doktor uygun görürse hasta ıslak çarşafa sarılabilir. Hastanın gittikçe soğutulan ılık bir banyoya sokulması da ateşi giderir. Ateş düşürmek için aspirin gibi ilaçlar kullanılabilir. Bu gibi ilaçları yüksek dozda vermek doğru değildir, çünkü ateşin birden düşmesi dolaşımı ileri derecede bozabilir. Görüldüğü gibi bazı hastalıklara yakalanan kişilerin iyileştikten sonra bir daha o hastalığa yakalanmamaları söz konusu değildir. Bu nedenle vücut antikorlar yardımıyla mikroplara karşı bir direnç göstermektedir yani bir bağışıklık sistemine sahiptir. Ancak vücudumuzun da her an güçsüz kalacağını düşünerek elimizden geleni yapmalı ve sağlığımıza gereken önemi göstermeliyiz.
| anasayfa
| sayfa başı |
geri |
|