Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: EKONOMİ
    Konu: Devalüasyonun Üretim ve Bölüşüm Üzerindeki Etkisi


DEVALÜASYON NEDİR?
Devalüasyonun Üretim ve Bölüşüm üzerindeki etkisini incelemeden önce konuya derinlemesine bir giriş yapmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
Sırasıyla Devalüasyon, devalüasyonu oluşturan ekonomik ve sosyal sebepler, yönetim hataları ve Türkiye’nin kalkınma ile ilgili sorunları ve bunlardan nasıl kurtulabileceğimize dair fikirleri de yazıya ekliyorum.
Son günlerde hayatımızın bir parçası haline gelen devalüasyon terimi krizden sonra iyice benimsenmiş bir hal aldı. Her kesimden insan eğrisiyle doğrusuyla Devalüasyonu öğreniverdi.
Devalüasyon sözlük anlamı ile şu şekilde tanımlanabilir. Ulusal paranın, yabancı para birimleri karşısında değerinin isteyerek belli bir amaca yönelik olarak düşürülmesine DEVALÜASYON denir.
Burada dikkat edilmesi dereken şey, paranın değer yitiminin olmamasıdır. Kararın siyasi ve idari bir karar olmasıdır.
Devalüasyon yapılması için birçok sebep sayılabilir. Ancak, genel olarak devlet iki temel nedene dayanarak paranın değeri düşürmeye ihtiyacı duyar.
İstikrar temini için yapılan devalüasyon
Dış satımı desteklemek amacına yönelik yapılan devalüasyon
1- İstikrar temini için yapılan Devalüasyon
Paranın iç değeri, dış değerinden daha hızlı düşmüş ise yani içeride fiyatların yükselmesine karşın paranın dış değerinde bir değişiklik olmamış ise, bu durumda istikrarı sağlamak için yapılan paranın dış değerinin düşürülmesi işlemine İSTİKRAR DEVALÜASYON’u denir.
Dünya literatüründe bu tür devalüasyona en tipik örnek olarak 1926-1928 yıllarında Fransız Poincare’ hükümetinin yaptığı uygulama gösterilmektedir. Savaş sonrası iç piyasada (Fransa’da ) fiyatlar yükselmiş, dış piyasada ise paranın değeri değişmemiştir. Bu sebeple oluşan ekonomik problemin durgunluğa neden olmadan çözülebilmesi, ekonomik kalkınmanın hızlandırılması için yapılan çalışmalar doğrultusunda 1928 yılında paranın dış değeri 5 de 4 oranında düşürülmüştür. Alınan önlemler, para politikasında ile de desteklenmiş ve ekonomide yeniden canlanma, dış ticarette gelişme sağlanmıştır.
Bu tür istikrar DEVALÜASYONLARI ülkemizde de yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi 1958 yılında yapılan 2,50 TL olan 1 $ nın 9.00 TL ye çıkarılmasıdır. Ayrıca 1970 yılında yapılan % 66 lık devalüasyon da bir istikrar devalüasyonudur. 1 $ =14,85 ye çıkarılmıştır. Şayet 2001 yılında oluşan kriz neticesinde dalgalı kur neticesi oluşan dengeler 800.000-850,000TL nin üzerinde bir rakamda denge sağlar ise ve bu dengenin burada oluşmasına siyasi irade de destek verir ise, bu politika gerek ekonomik, gerekse, toplumsal bir takım önlemleri beraberinde getirir ve ulusal bir birliktelik sağlanabilir ise yapılmakta olan işlemi bir İSTİKRAR TEMİNİNE YÖNELİK YAPILAN DEVALÜASYON OLARAK değerlendirebiliriz. Bir başka değişle kurda meydana gelen fiyat birikimi en kötü gözle gören ekonomistlerde bile % 20-25 den fazla değildir. Kur % 25 değiştiği taktirde 845,000.- Tl olmalıdır. İşte bu denge oluşacağı tahmin edilen rakamın üzerindeki bir artış DEVALÜASYON niteliği taşıyacaktır.
2-Dış Satımı Destekleme Devalüasyonu
Uluslar dış satımda karşılaştıkları zorlukları aşmak, rekabet güçlerini arttırmak maksadı ile de paralarının değerlerini düşürebilir. Buna da dış satımı desteklemek maksadı ile yapılan devalüasyon denilir.
Uluslar dış satımlarında daralma meydana geldiğinde, rekabet güçlerini ve pazar paylarını korumak ve geliştirmek maksadı ile genel anlamda iki yol izlerler.
Dış satım yapan kişi ve kuruluşları, vergi iadeleri ve ucuz kredi veya getirilen dövize farklı kur uygulaması gibi yöntemler ile desteklemek. Bu genel tür tedbirler genel olarak arızi dalgalanmalar meydana geldiğinde uygulamaya konulur. Eşitlik ilkesine aykırı bir durum yaratan bu tedbirler amacına ulaştığında ya tamamen kaldırılır veya en alt düzeye çekilir.
Rekabet koşulları süreklilik arz edecek ise, ülkenin yeni ve kalıcı pazarlara ihtiyacı var ise, milli paranın dış değerini düşürmektir.
Ancak bu uygulamalar genel anlamda para birimi konvertibl olmayan ülkelerde yapılmaktadır. Bundan genel olarak parası konvertibl olan ülkelerde DEVALÜASYON olmaz, yapılamaz anlamını çıkarmak da yanlıştır. Çünkü dengeler para birimi olması gerekenden daha düşük seviyede oluşturulur ve siyasi irade de destekler ise bu ilan edilmemiş bir devalüasyondur.
Konvertibl dövizlerde para birimleri arasındaki değer kayıp ve kazançları her gün oluşan arz ve talep ile belirlendiğinden, ülkelerdeki enflasyon farkları kadar milli para birimi değer kazanacak veya değer kaybedecektir. Dünyanın hiçbir ülkesinde tam serbest kur politikası uygulanmaz. Merkez bankaları zorunlu gördükleri anda ulusal para birimini destekleyerek, tedavüldeki para miktarını azaltarak veya arttırarak bu işlevlerini yerine getirirler. Zira müdahale olmaması durumunda spekülatif davranışlar ile gerek milli para değeri yeterinde fazla düşürülebilir veya yükseltilebilir. Bu işlemler yabancı para üzerine de gerçekleştirilebilir. Fakat buna izin verilmemektedir.
Paranın iç değeri ile dış değeri arasında dalgalanmaya rağmen farklılıklar olabilir. Yani Enflasyon değerinin altında yabancı para birimleri arttırılmış veya artmış ise makas açıklığı dediğimiz bir fark meydana gelir. Bu durumda iç piyasada oluşan fiyatlar doğru ise inanılmaz bir baskı kurların üzerinde birikecek ve bir müddet sonra milli para konvertibl de olsa, ani bir dalgalanma ile kurlar olması gereken değere gelecektir.
Devalüasyonun Dış Ticaret Üzerindeki Etkisi
Devalüasyon enflasyonun had safhalara ulaştığı durumlarda ihracat yapılması istenen ülkelerden daha ucuza mal ve iş gücü temin edilmesi gereken durumlarda yapılmıştır.
Gerekli durumlarda idari bir kararla yapılan devalüasyon sonucunda ülke parası diğer ülke paraları karşısında değerini belli ölçüde yitirir.
Bu durumda da ülke parasının diğer ülke paralarından daha ucuz olması sayesinde yabancı ülkelerin firmaları devalüasyon sonucunda parası değer kaybına uğramış ülkelerin firmalarından ithalat yapma isteği güdeceklerdir.
Bu sayede de gerçek değerinin altından satın aldıkları ucuz iş gücü ve malı kendi ülkelerinde olması iyi fiyatlardan satacaklardır.
Bu göz önüne alınırsa devalüasyonun dış ticarete olumlu bir etki yaptığı söylenebilir. Fakat aslında görünmeyen nokta paranın değer kaybına uğraması nedeniyle bu ihracatın yapılabilmiş olmasıdır ki bu da benim şahsi fikrime göre çok faydalı görünmüyor.
Malı zararına sayılabilecek fiyatlarla ihraç edeceksek bunun ne faydası olabilir ki?
Aslında akılcı yönetim politikaları ile karşılaşılması muhtemel krizlerin oluşumu ve devalüasyon gerekebileceği öngörülebilmeli. Burada öngörülebilmeli diyorum çünkü ülkemizdeki yönetimlerin bunu öngörebildiğini düşünmüyorum. Krizleri önceden hesaplayıp bazı planları yapsalar belki de bugün ülkemiz çok farklı bir noktada olurdu.
Neden Bu Kadar Zor Durumdayız?
Aslında ülkemizin bir problemi de bütün bütçenin büyük bir bölümünün borç faizlerine gitmesi. Bu nedenle ülke faiz ödemekten bir türlü kurtarıp düzlüğe çıkamıyor.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sinan Sönmez, internet üzerinden okumuş olduğum bir makalesinde bütçenin adeta borç ödeme belgesi olduğunu belirtiyor.
Bütçenin yüzde 45’inin faiz ödemelerine gittiğini vurgulayan Sönmez, kalan kesimin de yüzde 4-5’lik kısmının yatırımlara ayrıldığını söylüyor.
Neden halk iyi kazanamıyor!
Maliye politikası odak olarak ele alındı. Maliye politikasından kastedilen, borç faizlerinin aksatılmaksızın ödenmesidir. Yani geçmişin bir devamıdır. Borçlar ödenecek faiz dışı harcamalar kısılacak ve buradan bir pozitif bakiye elde edilmeye çalışılacaktır. “Sıkı döviz kuru taahhüdünden vazgeçilmiş, dalgalanmaya bırakılmış, devalüasyon yapılmıştır. Fakat maliye politikası aynen uygulanacaktır” deniliyor. Kamu kesimi fazlasını elde etmekte ısrarlı.
Faiz ödemeleri çıkartıldığı zaman bütçede, cari harcamalar, diğer cariler, yatırımlar ve faiz ödemeleri dışında kalan transfer ödemeleri kalıyor. 2000 yılı bütçesinde bütçenin yarıya yakını faiz ödemelerine bloke ediliyor, geriye yüzde 50, en iyi ihtimalle yüzde 55’i kalıyor.
Bu yüzde 55’ten kamuda çalışanlara maaşlarını, ücretlerini ödemek zor.
Kamu hizmetleri için gerekli olan harcamaları yapacaksınız, destek harcamaları, elektrik, su vs. sosyal güvenlik kurumlarına, KİT’lere, yerel yönetimlere transfer ödemesi yapacaksınız.
Sonra da yüzde 55’lik bölümden tasarruf edeceksiniz. 1999’da ve 2000’de bu yapıldı. 2001’de de giderek oranı artırarak fazla elde edilmeye çalışılıyor. Bu çalışanlara daha az reel ücret ödeneceğini gösterir. İkincisi zaten yetersiz olan kamu hizmetlerinin miktarının ve niteliğinin düşürüleceği anlamına gelir. Bir diğer nokta cari ödenekler. Diğer carinin yüzde 70-75’i savunma ve iç güvenlik hizmetlerine gidiyor. Geriye yüzde 25-30 kalıyor.
Savunma ve iç güvenlikten kısıntı yapamazlar. Yüzde 30 tüm diğer kamu hizmetlerine kalıyor, buradan kısıntı yapacaksınız. Yatırım zaten yok. Yatırım bütçenin yüzde 4-5’i dolayında. Sosyal güvenlik kurumlarına, KİT’lere, tarımsal desteklere aktarılacak fon kalmıyor. Sürekli sosyal güvenlik kurumlarına çok fazla fon aktarıldığı söyleniyor. Abartıldığı gibi değil. SSK, KİT’ler, vergi iadesi ve tarımsal desteklemeye ayrılan pay yüzde 4’tür bütçede. Yüzde 4’ü daha nasıl daraltırız diye uğraşıyorlar. Öteki tarafta yüzde 45 faiz ödemesine ses çıkarılmıyor. Esas mesele yüzde 45’de.
Carilerden kesemezler, zaten reel ücretler düştü, insanlara sefalet ücretleri verecekler. Yatırımlardan tamamiyle vazgeçeceksiniz. Diğer alanlara da göstermelik bir iki fon ayırıp, borç faizini ödemeye devam edeceksiniz.
Maliye politikası etkin değil, Merkez Bankası etkin para politikası uygulamaktan çıkarıldı. Türkiye’deki para politikası dış piyasalara odaklandı. Ne olacak? Dışarıya çok bağımlı hale geldiğiniz zaman düşündüklerinizi yapamazsınız, aktif müdahalelerde bulunamazsınız
Sonra Amerika Afganistan’a asker yolla ben senin borçların için bir şeyler bakacağım dediği zaman Amerikanın kölesi olursunuz. Teröre karşı cephe almak ve Amerika’yı bu konuda desteklemek elbette iyi ama Amerika’nın her istediğini kayıtsız şartsız yaparak onlara bağımlı hale gelmek kötü. Bugün bile halen gazetelerde Amerika AB’ye girişimiz için destek olacakmış şeklinde yazılar okuyoruz, Kıbrıs meselesi de çözümleniyor ya tamam, Artık kesin gireriz AB’ye. Siz kendi içinizdeki gücü ortaya çıkarmayı bilin öncelikle ondan sonra Amerika’nın desteğini alın.
Aslında ülkemizde ekonominin düzelmesi için yapılabilecek çok şey var. Başlangıçta anayasanın düzelmesi gerekli. Sağlam bir ülke için önce hukukun yeterli seviyede olması gerekir. Bugün gazetede mezardan ölü çıkarmanın cezası 6 aya kadar hapis ve 25 bin lira hapis cezası uygulandığını okudum. 25 bin lira ağır para cezası gerçekten komik.
Sonra kamu harcamalarını ve ülkenin pek çok yerinde bulunan kamu müdürlüklerinin harcamalarını kısmak lazım. Rüşvet, çıkarcılık, dolandırıcılık ve devletin malı deniz yemeyen… görüşü devletin pek çok organına yayılmış durumda. Başlangıçta bunlar giderilmeli ki üretim ve bölüşüm düzelsin.
Meşhur Brezilya Devalüasyonu
Brezilya meşhur devalüasyona kadar uluslararası sermayeye güven vereceğim diye talebi bastırmış, sanayi üretiminin düşüşüne göz yummuş, tüm önceliklerini neredeyse "kutsal" ilan edilecek (Türkiye ve benzeri ülkelerde olduğu gibi) faiz dışı fazla rakamını tutturabilmeye vermişti.
Emeklileri mağdur edip, kamu çalışanlarının yaşam standardını düşürmeyi, eğitim, sağlık gibi temel sosyal hizmetleri aksatmayı göze alıp; tek hedefe, iç ve dış borçları büyük bir sadakatle ödemeye kilitlenirseniz yüksek faiz dışında başka şeyler de. Tabii hayatta hâlâ insani bazı öncelikleriniz varsa iş değişir...
Brezilya planını uygularken dış borçlarını 150`den 230 milyar dolara sıçratmış, bu kaynağın önemli bir bölümü özel bankaların açık pozisyonunu kapatmaya sarf edilmişti. Kısaca devalüasyonun ekonomiye maliyetinin Türkiye kadar yüksek olması beklenmemeliydi. Nitekim devalüasyonu izleyen iki yıl boyunca bastırılmış talebin canlanmasıyla büyüme fazına geçildi. Bu performansta kelepir tesis kapatmaya, işgücünün dolar bazında ucuzlamasına tamah eden 30 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımının da ciddi payı var. Kısaca Türkiye açısından hemen, dalgalı kur büyüme getirir sonucunu çıkarmak doğru değil. Brezilya`da olsa olsa 5 yıllık döviz çıpası dönemini telafi anlamında bir "düzeltme" hareketinden söz edebilir.
Türkiye`de gözlerin Brezilya`ya dikilmesinin diğer bir nedeni de, burada uygulanan enflasyon hedeflemesi olsa gerek. Brezilya devalüasyon ertesinde, 1999`da bu yöntemi benimserken, 1997`de enflasyonun yüzde 7.9, 1998`de ise sadece yüzde 1.7 düzeyine indirildiğini hatırlatmakta yarar var.
ODTÜ mezunu olan İbrahim Eriş’in bu konuda söylediği bazı şeyler var. ABD`de tanıştığı eşi sayesinde ülkenin "liberal elitleri" arasında sivrildiği, önceki başkan Fernando Collor döneminde merkez bankası başkanlığına kadar yükseldiği bilgilerini verelim. İşte bu Eriş, İşletme ve Finans dergisiyle yaptığı söyleşide, "Brezilya`nın bu sistemle elde ettiği başarıya aldanmayın, enflasyon hedeflemesi ancak enflasyon düşürüldükten sonra istikrarın devamı için kullanılabilecek bir araçtır" uyarısını yapıyor. Zaten son haftalarda Brezilya hiç de olumlu sinyaller vermiyor. Real istikrar kazandı derken dolar karşısında 1.80 paritesinden 2.50`ye geriliyor. Yılın ikinci çeyreğinde üretimin yüzde 1 düştüğü açıklanıyor. Devalüasyon sonrasında ödemeler dengesinde beklenen düzelmenin sağlanamadığı 27 milyar dolarla GSMH`nın yüzde 5`i düzeyinde seyreden cari işlemler açığıyla netlik kazanıyor (Türkiye`ye uyarı!). Borçların yenilenememesi halinde felaketin kapıda olduğu yorumu yapılıyor. Nitekim IMF son yıllardaki uysal öğrencisi Brezilya`ya 15 milyar dolar destek çıkıyor. Özetle Brezilya`nın bir kez daha mucize rüyası gördüğü inancı yaygınlaşıyor.
Türkiye`den kötü
Brezilya denilince akla futbolun, sambanın yanında korkunç bir gelir dağılımı bozukluğu da geliyor. Ülkede nüfusun en yoksul yüzde kırkı gelirin ancak yüzde 11.8`ine ulaşabilirken, en zengin yüzde 20 ise yüzde 58.7`ine el koyuyor. Brezilya gelir uçurumunda Türkiye`yi bile burun farkıyla geride bırakıyor. İşin ilginç tarafı, Brezilya`da paylaşımı daha da bozan neoliberal politikaların eski Marksist, bağımlılık teorisinin öncülerinden devlet başkanı Henry Cardoso eliyle uygulanması. Cardoso, 1994`te İşçi Partisi adayı Lula kamuoyu yoklamalarında açık ara önde giderken solun oylarını bölecek, entelektüel çevrelerin en azından karşısına almayacağı bir isim olarak "son çare" umuduyla şapkadan çıkarılmıştı. O gün bugün Cardoso serbest piyasanın yeni erdemlerini keşfederek yelkenini sağdan esen rüzgârla şişirmeyi sürdürüyor.
IMF ile yapılan anlaşma sonrası uygulamaya konulan ekonomik program ile yılardır süren enflasyon düşürülmek isteniyor. Programın temel mantığı ülkedeki yüksek enflasyonun, talebi düşürerek aşağı çekilebileceği üzerine kurulmuş. Talep olmayınca malların fiyatları düşecek ve enflasyon ile mücadele başarılmış olacak. Bu arada neler olacak peki?
Enflasyon üretilenden fazla tüketilme talebi ile ortaya çıkar. En temel ekonomik kural devreye girer ve talep fazla arz kısıtlı ise fiyatlar yükselir. Sorunun tanımı doğru yapılınca çözümü bulmakta zor olmuyor. Bir şekilde ya yüksek olan talep düşürülecek, ya da kısıtlı olan arzın arttırılması sağlanacak. İkincisi istenen ancak uygulanması aman alıcı ve kaynak gerektirici bir çözüm olduğundan genellikle ilk yola başvurulur. Türkiye`de de talebin kısılmasına yönelik bir program uygulanıyor. Bu program kur ile destekleniyor.
Gerçekler ortada iken enflasyonu oluşturan talebi kısmak için mutfak masrafını bile karşılamayan memur maaşlarını, tarım destekleme fiyatlarını, asgari ücreti düşük tutmak doğru bir yaklaşım değildir. İthal arabalara olan talebi bu kesimler oluşturmamıştır ya da milyarlık yatları ya da milyon dolarlık yalıları, köşkleri. Enflasyon gelir dağılımı bozan en önemli sebeptir. Ancak Türkiye gibi ülkelerde gelir dağılımını düzenleyici önlemleri almadan enflasyonu düşürmek olanaklı değildir.
Görüldüğü gibi Türkiye`de küçük bir azınlık GSMH`nın aslan payını alırken 30 milyon kişi açlık sınırında yaşıyor. Uygulamaya konan program ile mutlu azınlığa dokunmak yerine yiyecek ekmek bulmakta zorlanan çoğunluğun talebi kısılmaya çalışılıyor. İnandırıcı olmayan programa yönelik, ekonomi yazarlarının bir bölümü yapıcı tartışmalar açarken bir bölümü plazmalarından çıkıp hayatın ve ülkenin gerçeklerini görmemekte direniyor.
Hükümet dış ticareti arttırmalı, Bir Hindistan Manzarası
Hükümetin Dış Ticareti arttırmasının önemini ve iktidardakilerin vizyon sahibi olmalarının önemini gösteren bir yazının kısa bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Başbakan Ecevit’in Hindistan’a gezi yaptığı sırada bir gazete de çıkan bu yazı vizyon sahibi olmanın önemini ortaya koyuyor.
“Eski Delhi`nin yoksulluk manzaraları...
Yerlerde, duvar diplerinde toz toprak içinde, kirli beyaz kumaş parçalarına sarılı halde yatan fakirler... Suratlarına acı oturmuş insanları seyretmek insanın içini acıtıyor. Hindistan sonsuz çelişkiler ülkesi. Bir yanda yoksulluk. 1 milyar nüfusunun yüzde 36`sı açlık sınırında yaşıyor. 1000 çocuktan 88`i ölüyor. Okuma yazma bilmeyenler yüzde 50... Kişi başına milli gelir, 370 dolar. Aynı zamanda nükleer güç... Aynı zamanda eğitim ve bilim alanında harikalar yaratıyor. İnternet dünyasında Amerika`dan sonra olağanüstü başarıların altına imza atıyor. Özellikle bilgisayar yazılımında... On yıl önce böyle değildi. Şimdi her yanda `. com`lu ilanlar...
Yazılımda daha şimdiden dünyada Amerika`dan sonra ikinci sıraya yükselmiş durumda Hindistan. Geçen yılki yazılım dışsatımı 2 milyar doları geçmiş. Bu yıl 3 milyar 300 milyon dolar bekleniyor.”
Demek ki iktidar yatırımları özendirebilse ülkemizde de böyle bir sektör olabilirdi. Ucuz iş gücü isterseniz zaten yığınla var, beyaz yakalılar diye adlandırılan okumuş kesimin büyük bir çoğunluğu işinden gücünden oldu.
Türk parası da devalüasyon nedeniyle değer kaybetmiş bu sayede rahatlıkla başka ülkelere teknolojik aletler ve yazılım satışı yapılabilirdi.
Fena mı olurdu Türkiye Avrupa’ya olmasa bile Asya ve Arap ülkelerine yazılım ve parça satışı yapabilen bir ülke olsaydı. Kaç kişi ekmek yer ne kadar insan bundan gelir elde ederdi.
Aynı yazının devamında ise 2008 yılı hedefinin 50 Milyar Dolar olduğu belirtiliyor.
Ve görünüşe göre bu bu hedef hayal değil. Çünkü Microsoft`un sahibi Bill Gates`ten sonra dünyanın en zengin adamı Azim Premji olan bir yazılım kralı. Toplam serveti ise tam 36 milyar dolar...
Bu yakınlarda Alman Başbakanı Schröder, Hindistan`dan internet ve yazılım alanında 20 bin kişi transfer etmek istediğini açıklayınca Almanya birbirine girmişti.
Görünüşe göre Hindistan’ın amacı teknolojinin süper gücü olmak. Adamlar internet dünyasının başkenti sayılan ABD`deki Silicon Vadisi`ne rakip olmak için Bangalore ve Haydarabat`ta bilim ve tekniğe büyük yatırımlar yapmışlar. İletişim sanayileri ve uluslararası tekno - parklar kurmuşlar.
İnternet, yazılım alanında en büyük işbirliğini Amerika`yla yapıyor Hindistan. İlginç bir örnek: Hastalarının tıbbi bilgilerini ve uyguladıkları tedavileri muayene sırasında sesli olarak kaydeden Amerikalı doktorlar, oluşturdukları dosyaları uydu aracılığıyla Hindistan`a gönderiyorlar. Özel eğitimli operatörler bu dosyaları aynı gün yazıya döküp geri gönderiyorlar. Böylece iki ülke arasındaki saat farkı sayesinde, Amerikalı doktorlar uyurken, işler durmuyor.
Bir başka örnek: Yine internet sayesinde, Amerikan General Electric`in kredi alacakları, American Express`in muhasebe işleri, İngiliz Guardian Royal Exchange sigorta şirketinin tazminat kayıtları da Hindistan`da tutuluyor, izleniyor.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |